11 Aralık 2010 Cumartesi

kar

İstanbul'a bu kadar kar yağıyor işte!! Sulu sulu. Anlamsız. Yoğun bir fırtına ve yağmur. Hiçbir yer beyaz olmuyor. Sadece evlerin çatıları. Bir de tepelere çıkarsanız görebilirsiniz.
Karda bata çıkamıyorum, ayaklarımın altında o sesi duyamıyorum. Yumuşak yumuşak yürüyemiyorum. Eve geldiğimde omuzlarımdaki beyazları silkeleyemiyorum.
Nolur yağsa şöyle mis gibi, nolur!

10 Aralık 2010 Cuma

mazi

Eski resimlerime baktım. Çok eski değil de birkaç sene öncesine.
Ne kadar zayıfmışım, ki o zaman bile fazla geliyordu kilolarım.
Bir de ne kadar mutlu, ışık saçıyorum fotoğraflarda, gözlerim parlıyor.
Ne oldu da böyle oldum, hatırlamıyorum

5 Aralık 2010 Pazar

özlem

Bugün öyle konuştuk, ne güzeldi. Dışarıda bembeyaz karı gördüm. Kar yağıyor dedin, göremedim ama hayal ettim. Bembeyazdı her yer, ne güzeldi. Evin ne kadar sıcaktı, ne kadar sessizdi her şey, ne kadar huzurlu...

Yanında olmayı da hayal ettim. Bembeyaz karda yürümeyi, bisiklete binmeyi, karın yağışını seyretmeyi. Birkaç gündür hep bunları hayal ediyordum da üzerine tuz biber ektin.

Geçen yıl karda çıkardığım sesleri düşünüyorum, lapa lapa yağarken yaptığım yürüyüşleri, bisiklete binişlerimi, düşüşlerimi... Nasıl özlüyorum şimdi. Bembeyaz karı özlüyorum. Noel havası ne güzeldi, ne kadar ışıl ışıldı her şey. Keşke diyorum sokakta sıcacık şarap içmenin tadını daha fazla çıkarsaydım.

Hep olmayanı istiyorum, olmayana özeniyorum ben. Başka hayatlara, başka evlere, başka ülkelere, başka dillere, başka ailelere... Hep başka yerde olmak istiyorum. O yüzden ait hissetmemem kendimi ne kendi evime ne sevgilimin evine. O yüzden kaçmayı, gitmeyi özlemem. Kök salamıyorum ne bir yere, ne de kimselere.

cezalı

Uzundur yazmıyorum. Yazacak bir şeyim olmamasından değil herhalde, kendimi çok yalnız hissetmemden. Biliyorum okuyanlar var ama, herkes çok sessiz. Sanki kimse yazdıklarımı önemsemiyormuş gibi. Sosyal medya hastalığına, varsa yani böyle bir hastalık, işte ona yakalandım. Kimse yorum yapmayınca, okunmuyormuş ya da önemsenmiyormuş hissine kapılıyorum. Sadece burada değil, facebookta da aynı şeyi hissediyorum. Ya evet komik biliyorum ama elimde değil düşünüyorum işte :))

Zaten beni bu düşünmek mahvediyor. Çok düşünüyorum. Gerekli gereksiz düşünüyorum. Sürekli bir tartma halindeyim. O zaman da hatalar peşimi bırakmıyor, yapışıyorlar ve ne yaparsam yapayım çıkaramıyorum. Yaptığım güzel şeyleri değil de hatalarımı düşünüyorum. Suçluluk duygusu beni bitiriyor. Kendimi de cezalandırıyorum. Devamlı ceza arıyorum. Ya ölüyorum, ya hastalanıyorum, ya yalnızlığa mahkum oluyorum, ya ömür boyu işsiz kalıyorum, ya da kendimi silik beceriksiz ilan ediyorum. Cezalıyım ben, ama tahtanın önünde tek ayakta durmuyorum, cezalı olduğumdan kimsenin haberi yok, öyle kendi kendimi öldürüyorum.

Keşke her şeyi daha ağırdan ve hafif alabilseydim. Keşke hayatı hafife alabilseydim. Keşke çevremde mutlu olabilecek bu kadar çok hem de bu kadar çok sebep varken mutlu olabilseydim.

25 Kasım 2010 Perşembe

tatil dönüşü

Muhteşem bir tatilden geri döndüm. Her şey o kadar güzeldi ki, şu anda adapte olmakta zorlanıyorum.

Kızıldenize dalmaya gittik. 6 gece boyunca teknede konakladık, her gün en az 3 dalış yaptık. Tek kelimeyle enfesti. Kızıldeniz'in güzelliğinden nefesimiz kesildi.

Ve şu anda gerçekten adapte olamıyorum. Ne zaman gözümü kapasam kendimi sualtında görüyorum. Pazartesi'den bu yana kitap kapağı açmadım, konsantre olamadım.

Tabi bu konsantrasyonsuzluğumun başka sebepleri de var. Hala sırtımda çantam oradan oraya taşınmam mesela. İki gün kuzenimde kaldım yine. Bugün sevgilimin evine geri döndüm ama bu kez yan dairede inşaat başlamış. Gürültüde hayatta çalışamam. Mecburen anamın evine yollanıcam :((

3 Kasım 2010 Çarşamba

öyle işte

Bir haftadır evim sırtımda oradan oraya geziyorum. İlk önce sevgilime gittim, sonra o dalışa gidiyor diye arkadaşıma gittim, sonra o dalıştan geldi tekrar onun evine geçtim, sadece bir gün benimle kaldı, sonra iş için mısıra gitti.
O mısıra uçtuğu akşam orada kaldım. Sabahın altısında kalktım derse yetişmek için. Taa Tuzladan 3 saatlik yol ile okula gittim. Çekilir eziyet değil.
Dün de kuzenlerime geldim, kendisi mısırdan gelene kadar burada kalacağım.

Bu arada annem telefon etti, özür filan dilemedi. hadi gel olmuyor böyle ben çok mutsuzum bana hiç yardım etmiyorsunuz vs. diye, geçen günkü konuşmayı sanki hiç yapmamışım gibi yine aynı şeyleri söyleyip durdu. telefonu yüzüne kapadım, ardından mesaj attım. Sonra bilgisayarıma email düştü, yine bir sürü şey zırvalamış, sonunda da evlenmeden evden ayrılma diye yazmış.
İşte bu ikiyüzlülükler bu sahtekarlıklar beni çok yaralıyor.

Kız kardeşim iki haftada tanıdığı sevgilisinin peşinden almanyaya yaşamaya gitti, annem bırak bir şey demeyi güle oynaya aman da kızım almanyaya gidiyor diye ağzı kulaklarında kızcağızı gönderdi. Ben kaç yıldır tanıdığım sevdiğim adamla birlikte yaşayamıyorum. Ben de dedim, sen ona buna ailene hesap vereceksin diye kendi inandıklarımdan taviz veremem, sen tedavi olmadan da dönmiycem dedim. Tabi ne söylersem söyliyim bir kulağından giriyor, öbüründen çıkıyor. Hala derdi babam onu terk etmiş, kız kardeşim onun istediği gibi bir düğün yaptırmamış, çocuğa bir damatlık alınmamış elaleme rezil olunmuş vs. Kendi dışında bizim ne istediğimiz ne düşündüğümüz umrunda değil.

Bugün evden birkaç parça giysi alıyım diye girdim, gelmesin diye dua ettim, apar topar çıktım. Haftaya iki tane sınavım var. Konsantre olmakta çok zorluk çekiyorum. Huzurum kalmadı, mutusuzum. Ne yapıcam, nasıl yapıcam bilmiyorum.

22 Ekim 2010 Cuma

iyi yolculuklar

güzeller güzeli kardeşim bana taa almanyalardan hediye göndermiş. Bir de açtım baktım ki travel kit, boyun yastığı, maske, kulak tıkacı. Yolculuklarda rahat uyuyayım diye. Ama ona anlam katan içindeki mesajıydı: bağlanmaktan korkma. eğer sevgi ve güvenle bağlandıysan, nereye gidersen git O gelir seni bulur. Hayatta iyi "yolculuklar"...

15 Ekim 2010 Cuma

doğdum

Kaç gündür doğum günüm olduğunu bile unutmuşum. Yaklaştıkça hatırladım.
İşte o gün bugün.
Zaman geçiyor ama yaşlılık vs. bana o kadar uzak ki.
Ben hala büyüyememiş bir çocuk gibi hissediyorum kendimi.
Sanırım ne zaman kendimden küçük bir varlığın sorumluluğunu alırım, işte o zaman büyürüm. Ya da onunla büyürüm diyelim.

Bugünün özel olmasını gerektiren bir şey yok. Salı'ya sunum yetiştirmek için evde ders çalışıyorum.

İyi ki doğmuşum beaa :DDD

6 Ekim 2010 Çarşamba

hoşçakal

Aradığında bir Ankara polisiyesinin neredeyse sonunda, reklamlardaydım. Çok heyecanlıydı. Reklamlar bitti. Telefonu kapatamadım. Hani birbirimizi anlamadığımız, saçmaladığımız bölümler vardı ya, konuşmamızın sonuna doğru, işte orada adam karısının kendisini aldattığını öğrenip adamın tekini öldürüyodu. İşte orada telefonda ikimiz de kitlendik.

:)))))))

Yok ben aynı anda iki işi yapabiliyorum merak etme ;)) Cinayet sebebini çözmeye çalışırken beni ne kadar sevdiğini anlamış bulunuyorum mesela. Aslında birbirimizi ne kadar uzun zamandır ama ne kadar az tanıyoruz. Sen bu kadar az tanıdığın birini sevebiliyor musun? Bir de beni iyi tanıdığını söyledin değil mi telefonda? Beni gerçekten tanıyor musun, emin misin? Ben bile kendimi iyi tanıyamıyorken. Ben seni iyi tanıdığıma çok emin değilim mesela.

Bir de ne dedin? Senin hep yanındayım... Kastettiğin mesafe değil biliyorum. Önemli de değil zaten. Belki de bu yüzden benim ardımdan aramayınca, senin ifadenle "unutunca" kendini kötü hissetmen. Biliyorum ne zaman arasam hep oradasın, hiç merak etme küsmem, unutmadığın sürece uzun süre :)).

Zaten iki hafta sonra bu mesafe artık iyice belirgin olacak. Geçtiğimiz sene çok gitmeyi istediğim bir ülkeye gidiyorsun. Geri dönecek misin bilmiyorum. Belki oradan başka bir yere. Hepimiz bir yere. Farklı hayatlar bekliyor ikimizi de. Yıllar sonra yine bir Güney sahilinde ya da bir kuzey şehrinde tekrar karşılaşır mıyız bilinmez. Ama biliyorum ki sen hep varsın, oradasın. İyi ki varsın...

O kuzey şehrinde mutlu olmaya bak, olur mu? Gündüzlerin gecelerin fiziki olarak birbirine karışabilir ama aklın ve ruhun karışmasın.

Yine "gelirsin sen de" dersen bakarsın gelirim. Bana da bir yatak yap evinde olur mu, pijamam çiçekli olsun mümkünse. Odamın penceresi de doğaya baksın. Ben gelene kadar yöresel yemekler öğren, bir de güzel şarap açalım yanında, soğukta içimiz ısınsın. O meşhur mobilyacının masa ve koltuklarında sabahlara kadar oturup sohbet edelim. Belki de bir film izleriz.

O zaman ne diyelim... Tekrar görüşmek üzere hoşçakal.

4 Ekim 2010 Pazartesi

nijeryalı komşu

Geldi gelmedi erteledi derken sonunda Almanya'daki nijeryalı komşum istanbula geldi. Nijerya'dan Almanya'ya dönüş uçağını İstanbul aktarmalı almış, burada da üç dört gün geçirmeyi planlamış. Aslında planı bir hafta kalmaktı ama o kadar vize vermemişler, üç gün ile sınırlı tuttu.

Salı günü Beyazıt'ta buluştuk. Banka, döviz, uçak bileti değişikliği vs. işleri derken o gün öyle geçti. Ben bizde kalacak sanıyodum, hostelde rezervasyon yaptırmış. Ama rezervasyon yaptırdığı hostel çok kötüydü, biz de gittik sultanahmette bir hostel bulduk. Çok şahane bir yer değil ama fena da değildi.

Çarşamba gününü Topkapı, Aya Sofya ile geçirdik. Tüm günümüzü aldı. Perşembe günü de Kapalı Çarşıdan girdik, oradan Mısır Çarşısı'na yürüdük. Mısır Çarşısından Galata'ya, oradan Tünele ve Beyoğluna, sonra Nevizadeye. Orada arkadaşın bi mekanında bira içtik, sonra Taksim meydanına, Dolmabahçeye, Beşiktaşa kadar yürüdük. Çok keyifliydi.

Cuma günü de eşyalarını bizim eve bırakıp, Çengelköy'den boğaz vapuruna bindik ve boğaz turu yaptık. Kanlıca'da indik, oturduk çay içtik. Oradan Kadıköy'e otobüsle geçtik. Kadıköy'den sahil otobüsüne bindik, Caddebostandan bostancıya kadar yürüdük.

Adama gösterebileceğim her yeri gösteriyorum, yedirebileceğim her türk yemeğini yediriyorum. köfte, kebap, helva, musakka vs. Sonra da soruyorum, nasıl, ne düşünüyorsun? Sürekli "its ok" diyor. Yani şimdi bu its ok'in bana göre çeşit çeşit anlamı var, tamam, fena değil, vs. Halbuki çok güzel, lezzetli, harika gibi sıfatlar duymak istiyorum. Sürekli ben buna "ne demek yani ok??, bu kadar mı??" diye üç gün boyunca başının etini yedim. O da gülerek "its ok" diye cevap verdi. Bir türlü adama muhteşem, harika dedirtemedim.

Cuma akşamı ben dalışa gideceğim, o da havalimanına gidecek, sabaha karşı uçağı. Bizim evde içeride annemle konuşuyorlar, ben de eşyalarımı topluyorum. Annem kafasında kurduğu her türkçe cümleyi birebir ingilizce çevirmeye çalışıyor, korkunç çeviriler yapıyor ama neyse çabalıyor işte. Bir ara komşumun kahkahalarını duydum, gittim sordum hayırdır dedim. Annem mektuplaşmak nasıl deniyor filan diye bana bir şeyler soruyor. Annemin bombası: "İngilteredeyken nijeryalı bir sevgilim vardı, iki yıl mektuplaştık". Anne dedim neden evlenmedim, babanla tanıştım dedi. Hatırlıyorum, ispanyol paça pantolonlu kara bir çocuğun bir mektupla birlikte fotoğrafı geçmişti elime. Nereden nereye...

29 Eylül 2010 Çarşamba

başladı

Doktora derslerim başladı. Bu yıl 5 kişi almışlardı, biri başka bölüme kaydını yaptırdı, biri de gelmemeye karar vermiş, 3 kişi olduk. Geçtiğimiz dönemlerden gelenler var, 7-8 kişi falanız. Hepimiz de kadın!!! İlk önce sevindim kalabalık olduğumuza, çünkü hocanın ilgisi dağılır, çok üzerimize yük bindirmez ve arada kaynarız dedim. Ama sonra düşündüm ki, hepimiz kadınız!! Zaten hislerimde de çok yanılmadım. Daha üçüncü günde tükendim yemin ederim.

Bir kere, bu kızlar gerçekten çok konuşuyor. Hele bir tane var içlerinde hiç susmuyor, gereksiz bir sürü ayrıntıya boğuyor adamı, seni ilgilendirmeyen şeyleri anlatıyor da anlatıyor. Birkaç tanenin de ondan kalır yanı yok. Bir de sesleri normalden çok çıkıyor. Gerçekten kulağımı tırmalıyorlar. Derslerde de aynı gereksiz ayrıntı ve yorumlar. Bir de çoğu benim gibi hit yüksek lisansı bile yapmamış, daha kitle iletişim kuramlarını bilmeyen var. Benim için yüksek lisans tekrarı gibi bir şey olacak yani.

Ama yine de dersler zevkli görünüyor. Yine yoğun bir dönem başladı. Bana kolaylıklar

7 Eylül 2010 Salı

ah anam

Annem adını bile duymadığı U2 için "U2 konseri çok güzelmiş" dedikten hemen sonra, hiç sevmediği ve normal şartlarda aklına bile getirmeyeceği halde "Tarkan konserine gitsem mi" dedi?!! Allahım sen bana sabır ver :DD

6 Eylül 2010 Pazartesi

KAŞ

Yine yol göründü. En sevdiğim dalış noktası Kaş'a gidiyoruz bu kez. İlk dalışımı üniversite kulübüyle birlikte orada yapmıştım. Sonra hep sevgilimle birlikte gittik daldık. Şimdi ilk kez kendi kulubümüzle birlikte gidiyoruz. Dostlarımızla, ailemizle...

Sevgilimle Kaş'ta çok anım var. Ayrıca orada AŞK başka. O yüzden ben bu kez bir süpriz bekliyorum. Artık sürpriz gelmezse poposuna müren kaçsın!!!

3 Eylül 2010 Cuma

yulya

Onu özlemeye başladım. Birlikte çok ama çok kısa zaman geçirdik, ama bu kısa zamanda o kadar yakın olduk ki ben bile kendime şaşırdım. Sanırım hayatım boyunca hep kızlardan uzak durmam dolayısıyla. Bana yapışanlardan kaçtım, benim arkadaş olmak istediklerim de benden uzaklaştı. Hiç aynı enerjiyi tutturduğum kimse olmadı şimdiye kadar.


Keşke gitmeseydin, kalsaydın dedim, seninle gelmek istiyorum dedim. Ne o kaldı, ne ben gidebildim...

ismail bey

Doktorayı kazandığımı ilk anneme söyledim. Kazananlar listesini açtım bilgisayarda, gittim önüne koydum. Kahvaltı ediyordu, ilk başta algılayamadı, sonra anlayınca kalktı, sarıldı, ağladı. Çok sevindim, müthiş bir şey bu dedi.
Sonra bir telaşla şöyle dedi:
"İsmail Bey'i arayalım hemen."
"?!?!! İsmail Bey kim anne??"
"Hani var ya XX üniversitesinde. Sana ders versin."
Teyzeni, annaneni, dedeni, kardeşini filan arayalım deği, ismail bey!!
"?'!!**'? Peki" dedim

2 Eylül 2010 Perşembe

doktor

Efendim, bekliyordum da dün bekliyordum aslında. Doktora mülakatlarının sonuçları dün açıklanacaktı. Ama her devlet dairesinde olduğu gibi söyledikleri tarihte değil, daha sonra açıkladılar. Veee doktoraya kabul edildiğimi öğrendim. :))))

Kaç zamandır feci sıkıntıdaydım. İş nolucak, okul olucak mı vs. diye. Doktora şimdi vaktimin büyük bir kısmını alır diye düşünüyorum, o yüzden bu yıl da çalışmayabilirim diye hesap ediyorum.

Bugün ama bir iş görüşmem vardı. Her ihtimale karşı gideyim dedim. Şimdi internet aramalarında çıkar filan diye, gittiğim bu firmanın faaliyet gösterdiği sektörü bile söylemeyeceğim.

Belirli bir saat vermemişlerdi. Ben de istediğim saatte gittim. Girişte bir kız var, o haber verdi geldiğimi. Sonra oturun bekleyin dedi. Oturdum. Ne alaka ise kız bana daha önce çalışıp çalışmadığımı sordu. Dumur olmuş bir şekilde "anlamadım??" dedim. Evet çalıştım tabi dedim. Bu sektörde tecrübemin olup olmadığını sordu. Ben yine de dumur, tereddütle hayır dedim. Son olarak da nerede oturduğumu sordu. Terbiyesizlik yapmamak için onu da söyledim. Ne alaka yani beni sorguya çekiyorsun ki?

Neyse ayağıma galoş verdiler, girdim içeri, en üst kata çık dediler. Merdivenle, asansör yok. Daha doğrusu, şirket içinde gördüğüm yazılı uyarılarda, asansör sadece mal taşıyormuş, insan taşımıyormuş!! Neyse çıktım nefes nefese son kata. Patronla görüşeceğimi öğrendim. Girdim adamın odasına, oturdum. Size zahmet olacak ama dedi aşağıya inip cvnizin çıktısını birinden aldırır mısınız dedi. İyi peki dedim, indim, bir kızı buldum. Kız internet sitesinde baktı cv ye bir türlü bulamadı. Sonunda mailinizde var mıdır cv niz, ben bulamadım dedi. Artık fenalık geçirmek üzereyim. Girdim hotmaile, bir arkadaşımın pdf leyip gönderdiği cv vardı, onu yazıcıya gönderdim. Sonra kız yazıcıya gitti, orada bir sürü söylenmeye başladı, bir türlü çıkış alınmıyor bunlardan filan diye. Sonra bana döndü siz çıkın yukarı, ben getiriyorum dedi. Bu arada, aradan en az 10 dakika geçmişti.

Ben çıktım, oturdum yine adamın karşısına, hemen ardımdan da kız geldi, cv yi bıraktı. Adam bir yere telefon etti, "bak aslanım!! şu yazıcıya bakıverin ulan! Yapamıyorlarsa öğret o zaman!!!" gibi bir sürü şeyi hömkürerek bağırdı ve telefonu kapadı. Ben hafif hafif gelen iç titreme ve sinirimi bastırmaya çalışarak, acaba "Biz zaten sizinle yapamayız, hoşçakalın" diyerek çıksam mı diye düşünmeye başladım.

Cv im üzerinden sohbetimiz boyunca sürekli bir yerleri arayarak, ulan, şerefsiz, ibne vs. diye gayet normal günlük konuşmalarına devam etti.

Ben nasıl çalıştıklarını da anlamak için birkaç soru da sordum. Bir direktörleri varmış, internette yaptığım araştırmada öğrenmiştim, hala olup olmadığını sordum. Adam, o kadının artık çalışmadığını söyleyerek hemen telefona sarıldı: "İnternette direktör kadının ismi geçiyormuş, hemen silin onu, kaldırın" dedi. Ben artık bu noktadan sonra bıyık altından gülmelerime başlamıştım. :))) Sonra bir ajansla çalışıp çalışmadıklarını sordum. Yine hemen telefona sarılarak bizim iş yaptığımız ajanslar hangileri say bakalım dedi. O hizmet verdikleri ajansları sordu. Müşteri olarak hizmet aldıkları ajansları kastetmiştim halbuki. Sonra oradan birkaç ajans ismi aldı, ddb filan dedi. Nasıl gidiyordu şimdi bu dedi, ey bi si di diye ingilizce alfabeyi saymaya başladı. Ben içimden kahkahalar atıyorum tabi.

Yüksek lisansa pek meraklısın dedi. Evet dedim, bugün itibarıyla da doktoraya başladım dedim. Hayırlı olsun dedi. Sen dedi bu işi biliyora benziyosun. Doktoranı aksatma, 2.5 gün oraya 2.5 gün bize gel, istediğin maaşın da yarısını al dedi. Allahım yaaaa!!! Hep beklediğim teklif bu. İşte istediğim şey!! İşte bu!!!! da....

Ben bu adamla ne yapabilirim? Bir kere kendisine ciddi bir liderlik eğitimi vermek lazım, görgü ve terbiye kurallarından bahsetmiyorum bile. Basın ile buluşturamam. Bir sürü şey yapmak lazım, bir de planladığın her işi öğretmek, gereklerini de açıklamak lazım. Örneğin bloglarla sıkı iletişimde olmalıyız diyeceğim mesela, blog ne diyecek;?!!??

Neyse düşüneyim dedim, o da düşüneyim dedi. Düşünüyorum da, bir sonuca varamadım.

31 Ağustos 2010 Salı

boktan işler

Şu aralar boktan işlerim var.
- ingilizce çalışmak. kpds sınavımın süresi bayağı geçti, bir üds patlatayım dedim. Deneme testlerinde 10 sorudan 5'i yanlış. Sıçtım!!
- ingilizceyi çok iyi biliyorum ya, az bilen üşengeç bir arkadaşıma ingilizce öğretmeye kalkıyorum. Daha buluşup derse başlayamadık.
- marmara da denize girmenin sağlığa zararlarıyla ilgili makale arayışı içindeyim. Annem ısrarla her gün suadiyede denize giriyor. Bu bilim kadınını başka türlü bu gerizekalılığı yapmasından alıkoyamayacağım. Hayır o değil hasta olacak, bana kalacak. Ben girme dedim, valla bakmam!!
- Bebek bezleriyle ilgileniyorum. Türkiye'den Nijeryaya bebek bezi ihracatı yapacağım. Ay valla bu en komiği!! İnanmadınız ama çok ciddiyim :DD
- Çiftliğimle ilgileniyorum. Şarap üretimine başladım. Domuzlar için bir baraka yaptım. Bayağı kazanıyorum da bir bok harcayamadım.
- Yarını sabırsızlıkla bekliyorum.

Sanırım hayatım çok sıkıcı. pöffff :(((((((((((((

26 Ağustos 2010 Perşembe

kötüyüm

Öyle kötüyüm ki. Boğazım yumru yumru. Hiçbir şey için ağlamaya fırsat olmadı. Olur olmaz zamanlarda gözyaşlarım geldi, hep yutkundum.

Dün kardeşim gitti. Canım ciğerim. Almanyaya ilk gidişi bu kadar koymamıştı. Ben de zaten Almanyaya gidiyordum. Belki belli olmaz geliverirdi. Ama şimdi evlenip de gitti. Günlerdir kuzumun yanına sokulup sokulup ben de sizinle gelsem ya dedim dedim durdum. Sonra da uğurlayıverdim.

Kardeşim gitmeden iki gün önce, yani babamın ölümünden üç gün sonra halam aradı. Bu kadın zaten bize hiç yakın olmadı, öyle arayıp sormadı. Babamın daha 7si çıkmadan arayıp da babanın babanenizin evin satışından kalan parası vardı, şimdi o para kime kalacak demesini sadece ben ve biz mi garip karşılıyoruz, yoksa genel ahlak ve terbiye kuralları çerçevesinde size de tuhaf ve kötü niyetli gelmiyor mu?

Ölen birinin borcu hakkı neyi varsa kime kalır ki allahın geri zekalısı??? Kimse varisleri onlara kalır. Kalkıp da bunun hesabını sormanın, aman da ben sizin iyiliğinizi düşünüyorum ayağına hesap defteri tutmanın ne gibi bir anlamı var!! Tabi kadın, kardeşinize hoşçakal demek istedim ayağına bizi arayarak sinirlerimizi altüst etmeyi başardı.

Ben tüm bu sinir bozuklukları, baş dönmeleri, ağlamalar ve zırlamalar arasında bir de doktora sınavına girdim. Zaten düğün vs. sonra da cenaze olunca hiç çalışamamıştım, iyice sinirlerim de bozulunca hiçbir boka konsantre olamadım.

Bu gerizekalı orospunun kızı da bugun mesaj atıp, annem sizin iyiliğinizi düşünüyor, ne istiyorsunuz ondan (biz aramadık ki siz bizi arıyorsunuz), ne kötü insanlarsınız gibi saçma sapan mail yazınca artık sinirlensem mi gülsem mi gerçekten bilemiyorum. Sinirden gülüyorum.

Ne kötü insanlarmışız!! Evet lan kötüyüm ben, en kötü kahkahalarımı atıp suratınıza tükürebilirim, ama arkanızdan hain planlar kurmam. Ana avrat suratınıza küfredebilirim ama onu bunu parayla ayartıp sizi oyuna getirmeye çalışmam. Tekme tokat girerim de kalbinizin acısını derinlemesine deşmem. Evet kötüyüm ben! Acaba siz kendinize hangi sıfatı layık görürsünüz!??!!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

babam

Babam sabaha karşı hayata gözlerini yumdu. Kardeşim hemen akabinde beni arayarak haber verdi. Genelde akşamdan telefonumu kapatırım, son zamanlarda hiç kapatmıyorum. İyi ki de kapamamışım. Erkek kardeşim şehir dışına çıkıyordu, onu aradım, geri döndü. Geldiğinde alt dudağını büzmüş, geniş omuzları önünde ağlıyordu. Babam uzun zamandır onu görmemişti, birkaç ay önce istanbula geldiğinde görmüştü, mutlu olmuştu.

Sağlığında işlemeyen hiçbir iş ölümünde nasıl tıkır tıkır işler? Konya'da hemen cenaze nakil aracı bulup İzmit'e naklettiler. Amcamla yengem Antalyadan uçakla geldiler. Biz de sevgilimle onları havalimanından alıp İzmit'e gittik. Halam İstanbulda olduğu için İzmitteki evi açamam dedi. Kendisini allaha havale ederek biz de gece kalmak için yengemin kardeşinin kayınpederinin evini bulduk. Konyadan cenaze geldi, kardeşim, eşi ve babamın eşi mezarlığın morguna koydular. Sabahında mezarlığa gidip evrakları teslim ettik. Babam yıkandı, sarmalandı. Sonra bize gösterdiler. Ben görmek istemedim, aklımda kalan son görüntüsünün o olmasını istemedim. Ama sonra pişman olmayayım diye kapıdan başımı uzattım. Kız kardeşim girdi içeri, sevdi, gençleşmiş dedi. Öldüğünün akabinde zaten yaraları iyileşmiş. İyiyken iyileşmeyen yara öldüğünde nasıl iyileşir? Erkek kardeşim çok kötüydü, hiç görmek istemedi.

Öğle namazına yetiştirdik. Babamın bir inancı yoktu. İnancın ne olursa olsun yine de ruhuna dua okunmasından, cenaze namazından kaçamıyorsun. Camiye babamın komşuları, dostları da gelmişti. Halam herhalde çok vicdan yaptı, istanbuldan atlayıp gelmişti. Tanımadığım daha bir sürü uzaktan akraba. Teyzemler taa Geliboludan kalkıp geldiler. Yeni damadımız hiçbir geleneğe alışık olmadığı halde erkek kardeşimin hiç yanından ayrılmadı, her işe koşturdu.

Sevgilim de her işe koşturdu. Hatta mezara bile girip, amcam ve erkek kardeşimle babama yardım etti. Dedem 18 sene önce öldüğü için dedemin üzerine gömüldü. Dualar okundu, camiye gidildi, orada da dualar okundu. Şekerler dağıtılıp vedalaşıldı, helallikler alındı. Öğleden sonra İstanbula dönüldü.

Babam Konyada ölümünden 36 saat sonra İzmitteki annesi ve babasıyla birlikte yatağını bulmuştu.

Sevgilim İstanbulda evimize giderken, cebimden toprak çıktı dedi. Dedim "dedemdir o".

19 Ağustos 2010 Perşembe

huzur

Çok severdi onu. Kıvır kıvır saçlarını. Bıcırlığını. En son çocuk olduğu için daha bir üzerine titrerdi. Erkek kardeşimle ben çok dayak yedik de, ona bir fıske attığını görmedim. O da bizden daha fazla severdi babasını. İlişkileri daha farklı, daha özeldi.

Çok istedi bir yıldır gurbette olan kızınının düğününe gelmeyi. Gelemedi, hastaydı. Annem istediği için kimse de davet etmemişti. Kırgındı. Düğün günü erkek kardeşini aradı, beni kimse aramadı, bir çiçek göndermek isterdim dedi.

Düğün telaşıyla o da atladı babasını aramayı. Son anda aradı. Çok kırgın mutluluklar diledi. O gece eşiyle birlikte onu gidip görmeye karar verdiler. Bir hafta sonra evlerine, Almanyaya döneceklerdi, belki de bir daha ne zaman görecekti. En azından gönlünü almayı istedi.

Söylemediler, sürpriz yaptılar. Herhalde ağlamıştı kızını, yeni damadını görünce. Beklemişti uzun zamandır. Ben ölüyorum dedi kızına, ölüyorum. Son nefesini de onu gördüğü günün ertesinde verdi, huzur içinde...

10 Ağustos 2010 Salı

sabah yürüyüş

İki gündür sabahın 6sında sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Evet, evet 6 da kalkıyorum. Resmen kalkıyorum!! Ama BK olmasaydı hayatta yapamazdım. Beni gelip arabasıyla evden alıyor, bir saatlik yürüyüşten sonra da arabayla eve bırakıyor. Zaten o beni gaza getirdi. Ben de artık, vitrininde "Büyük beden bulunur" dükkanlara girmeye başlayınca, BK'nın teklifini geri çevirmedim. "Deli sikti sanırım beni" diye söylene söylene uyanmaya başladım. Ama alıştım şimdiden bile.

Sabahları sahil hiç ummadığım kadar kalabalık. Genelde gençler yaşlılar spor yapıyor. Bir de gececi gençler var. Belli ki sabahlamışlar. Bir de sabahın körü ama hava gerçekten sıcak!! Çok sıcak!

Sevgilim BK'yı tanımadığı için, daha doğrusu BK'dan hiç ona bahsetme gereği duymadığım için, şimdi nereden çıktı bu adam demesin diye, onunla birlikte yürüyüşe çıktığımı söylemedim. Hoş ben de kendisiyle yeni arkadaş sayılırım. Eski şirketimde çalışırken kendisi de müşterimdi, öyle çok görüşmüşlüğümüz yoktur. Sonra ben almanyadayken sürekli msn den konuşup durduk, neredeyse kanka olduk. Online iletişim gerçekten tuhaf bir şey, yakınlaştırıveriyor insanları tuhaf bir biçimde. Ama hiç öyle dışarıda görüşmüşlüğümüz filan olmadı. Ta ki işte bu sabah yürüyüşlerine kadar. Sevgilime de diyemezdim "msn arkadaşımla yürüyüşe çıkıyorum" diye ben de bir şey demedim. Kim görcek di mi sabahın köründe beni caddebostan sahilde??

Gel gör ki, ikinci günün sabahı sevgilimin ablası ve yeğeniyle karşılaşıverdik!! Hayır İstanbulda da yaşamıyorlar, Ankarada yaşıyorlar. Sadece birkaç günlüğüne burdalar. Sabah yürüyüşüne çıkmışlar!! Tabi ki durduk, selamlaştık. Ablasıyla ilk kez karşılaşıyorum. Yeğenini de geçen hafta tanıdım. Üniversite tanıtımı için İstanbula gelmişti, yardımcı olurum belki diye Koç üniye eşlik etmişliğim var. Bu kadar yani.

Tabi eve döner dönmez, aman kimseden duymasın diye, hemen telefon açıp söyleyiverdim, sabah yürüşünde kimlerle karşılaştım ahaaha çok komik felan, ben de bir arkadaşımla yürüyüşe çıkmıştım felan diye. Allahım ne iyi niyetli bir adam ya, sormadı hiç kim arkadaşın filan diye!! Yavrum benim yaeww. Yok yok, aklınıza sakın bir şey gelmesin, BK iyi bir dost ;)

8 Ağustos 2010 Pazar

44

Kadeşimin düğününe giymek için elbise arıyorum, Kadıköyün altını üstüne getirdik dün. Ama ne yazık ki üzerime hiçbir şey bulamadım. 42 bedene bile artık giremediğimi gördüm, beni en çok üzen kısım bu oldu. :(( 44 beden de hafif büyük oluyor ama ancak 44 ün içine girebiliyorum. Bugün Optimuma da baktım, 20 liraya filan çok uygun elbiseler var. Ama sadece bir kez ya da böyle özel gecelerde giyimlik. Ben de dedim 75 liraya Gusto da bir elbise beğendim, dışarıda da rahatlıkla giyerim. Hesabını yapınca, bu daha mı avantajlı sanki ne.

Annem beni çıldırtmaya devam ediyor. Çok sıkıldım, çookk. Sanırım ben de evlenicem, bıktım bu hayatttaaannn :((

6 Ağustos 2010 Cuma

ıvır zıvır

Ne yazacağımı bilmiyorum. Şu aralar yine her şeye kıl olmakla meşgulüm. Annemin tuhaflıklarına... Geçen hafta erkek kardeşim dolaptaki bir şişe birayı içmiş, tezgahın üzerine bırakmış şişeyi. Hatta sabahında konuştuk annemle, hiç içki içmez hayırdır diye. Başkasının bıraktığını dağınıklığını artık toplamıyorum. O şişe de ben atmadığım için bir haftadır tezgahın üzerinde durmaya devam etti. Annem bir hafta sonra gelip ne dese beğenirsiniz: "Bu çocuk her gece bira mı içiyor?" Allahım sen bana sabır ver!!!

Dün en az iki halı yıkatırım hesabıyla halı yıkama makinesi satıcılarını eve çağırmış. Adam anlatmaya başladığı andan itibaren annem dinlememeye başladı. Gözlüklerinin ardından bakarak arada evet evet diye baş sallamasından anlıyorum. Ders çalışmadığı her vakte zaman kaybı gözüyle bakıyor, yine de böyle gereksiz işlerle uğraşmaktan geri kalmıyor. Bugün bir de eski videomuzu eskiciye satıp yerine eski bir sehpa almış!! Para vermedim ki aldım işte diyor. Çöpcülük böyle bir şey zaten!! Para vermeden alıyorsun evine.

Düğün yaklaştıkça herkese kıllanmaya da başladım. Annanem sanki çok gerek varmış gibi "Biz nerede kalıcaz, kalıcak yerimiz yok diye" bizi kuzenimi filan arayıp kendini acındırmaya çalışıyor. Damadın ailesi herhangi bir masraf için elini cebine atmıyor, sanırsam düğün günü gelip ertesinde gidecekler. Takı takacaklarına bile şüpheliyim. Şu anda en büyük merak konumuz bu. Çünkü bize geldiklerinde damadın annesi ben öyle takı filan takması için zorlamam filan demişti. O yüzden ne demek istediği konusunda merak içindeyiz. Gelin desen sanki evlenerek çok yük yapıyormuş hissini uyandırmamak için onlardan bir şey istemiyor, isteklerini bize yığıyor.

Düğüne orospu halam çocuk var durmaz diye gelmeyeceklerini söylediler. Onun yerine eve ziyarete gelelim dediler. Ben tabi kuduruyorum, halamlarla yaşadıklarımı annem bilmiyor, söylesem inanmayacak, bana suç bulacak, ters bir laf etmek istiyorum ama sanırım evde durmayacağım geldiklerinde. Bir de hazır Ramazan gündüz vakti gelsinler, bir şey ikram etmek zorunda kalmayız, yemeden giderler diye şahanneee bir öneri getirdim. Annem burun kıvırdı, kardeşim beğendi.

Ben de kimseden bir şey istemem filan diyordum. Ama şimdi ben bu olanları görüyorum ya, yemin ederim herkesin burnundan getireceğim, sömürebildiğim kadar sömüreceğim. Ancak insanlar bundan anlıyorlar, böyle değere biniyorsun!!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

kız isteme

Kız kardeşimi istiycekler, evde bir telaş. Teyzemler Geliboludan kalktı geldi. Teyzem börekler yaptı, pasta yaptı getirdi. Biz annemle dolmalar sardık, salata malzemelerini hazır ettik. Evi temizledim, daha doğrusu ben temizledim topladım, annem arkamdan dağıttı pisletti. Servis tabakları çıktı, çay bardağı takımı bulunamadı, annem alamam şimdi dedi kristal altlıklar düz bardaklar çıkarıldı. Lekeli masa örtüleri beğenilmedi, yenisi alındı. Teyzem yanında getirdiği üç farklı kıyafeti denedi giydi çıkardı, sonunda allı pullu bir etekte karar kıldı. Annem her zaman giydiği alalade bir pantalon bluz giydi. Ben ve kuzen gelin gibi görünmemek için öylesine giyindik. Böyle bir telaş bir telaş, kararlaştırılan saate on beş dakka kala müstakbel dünürler geldi. Zilli'lerde kaldıkları için (onların ahbabları) Zilli, annesi ve babasını da çağırmıştık, onlar da geldi. İşin en komiği gelin ve damat yoktu.

Damadın babası eve geldiğinde koltuğu otururken bacağını, poposunun altına sıkıştırarak oturdu. Ben dumur oldum ama bizimkiler fark etmedi. Sağolsunlar hediye de getirmişler, bana parfüm gelmişti(çok ihtiyacım vardı gerçekten), kardeşime gömlek. Bir de ne sebeple olduğunu anlayamadığım nescafe ve seylan çayı :))

Ben içeri girmedim hiç, mutfaktaki işleri hallettim, börektir, çaydır dolmadır vs. Bir de kahveleri hazırladım, hani ikram edilir ya diye. Ama gel gör ki, kız isteme filan olmadı. Hem kardeşim ısrar etmiş istemeyin sakın diye, hem de bunlar zaten öyle istemeleri filan onaylamıyorlarmuş. Biz de öyle salak salak bekledik isteyecekler filan diye.

Neyse öyle sohbet muhabbet tanışıldı, hoş beş edildi, Zilli yine çok konuştu (kendisine göre ortamı kurtardı), yemekler yenildi. Annem sürekli insanların tabağını ısrarla doldurdu.

Gittiler, durum kritiği yapıldı, dünürlerden hoşlanıldığı anlaşıldı.

Ama bence günün en bombası, eniştemin Zilli'yi damat sanmasıydı. :)))

21 Temmuz 2010 Çarşamba

düğün

Kardeşim evleniyor ve annemin incileri:


- Rakı kokuyor! Rakı içmesinler.

- (Ailenin ve arkadaş çevresinin büyük kısmı dinsiz imansız) Eee Ramazan, kimse içmez!

- (Mekanla Cumartesi için konuşup ve teyitleştikten sonra) Eee düğünü Cumartesi yapalım.

- Limuzin kiralayım (Çırağan sarayında yapıyoruz mübarek!!)

- Çay bahçesinde yapamaz mıyız?

- (Davetiyeye LCV için kendi numaramı yazdıktan sonra) Mekan niye almıyor LCV'leri?

Gerçekten deli gibi koşturuyorum bu işler için ve kimsenin teşekkür ettiği, bir yaptığımı takdir ettiği yok. Aile tanışması olacaktı, 10 aydır temizlenmeyen evi temizledim, canım çıktı gerçekten ve hala orada burda annemin dağınıklığını, temizlik niyetine yaptığı pisliği görüyorum, çıldırmak üzereyim. Düğün için ise sürekli bir gösteriş merakı. İyi ki bir üç kuruş para harcıyor, hepimizin gözüne sokuyor. Kendini suçlu hissedersin neredeyse evlendiğin için.

Evlenen kız kardeşim ayrı bir dert. Kendi istediği olmayınca, iyi o zaman yapmıyorum düğünmüğün diyor, çıkıyor işin işinden. Kendine göre haklı tarafları var, ama bu işler gerçekten bazen böyle, başkalarını memnun etmek için yapılıyor :((

Gerçekten çok yoruldum. Kendi düğünüm olsaydı bu kadar yıpranmazdım yemin ederim.


Şu saat itibarıyla en son geldiğimiz nokta şu:

Annem: hiçbir şeye karışmıyorum, düğün filan yapıyorum, ne haliniz varsa görün

Kardeşim: Annem arayıp gönlümü alsın.

Ben: koşarak uzaklaşıyorum.

Keşke erkek kardeşim gibi "Bana ne ben mi evleniyorum, naparsanız yapın" diyip herşeyin dışında kalmış olsaydım. Artık çok geç :((

20 Temmuz 2010 Salı

saydım

Bahçeden evine giden karoları saydım. İkram ettiğin içkideki buzları saydım. Filmden gözünü kaçırıp, bir sebeple kaç kez bana baktığını saydım. Çok sevdiğim çikolatalardan kaç tane yediğimi saydım. Sana kaç kez mesaj geldiğini saydım. Balkonundan bakıp yıldızları saydım. Diyemediğim sözcükleri saydım. O gece kaç kez rüyalarıma girdiğini, sayamadım.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

sıkıcı

Tatilden döndüm sonunda. 10 gündür uzaktayım sanırım, yok daha fazla. Kuşadasına gittim, orada Şirince, Selçuk ve Efes ziyaretleri yaptım. Sonra kendimi benim dalış cennetim Teos'a attım. Gerçekten burayı çok seviyorum. Denizi ayrı, havası ayrı, sahili ayrı güzel. Sörf öğrenmeye merak saldım, 4 ders aldım. Son iki gün sevgilim yanıma geldi, birlikte birkaç dalış yaptık. Dün de döndük.

Bu sabah beynimde matkap sesleriyle uyandım. Yukarımıza biri taşınıyor, evi baştan sona yeniliyor. İki aydır tamirat var. Ondan önce de başka biri evini yenilemişti. Almanyadan döndüğümden bu yana apartmanda tamirat var. Fenalık geldi içime.

Neyse sabah kalktım işte beynim sikile sikile, annem dedi, çok işimiz var konuşmamız lazım. Kardeşin evleniyor, 14üne düğün var. Mekan bakmaya gideceğiz. Anneme bir sürü söylendim. Evde ben yokken dağılan düzenden dolayı söylendim. Annemin sürükleye sürükleye beni götürdüğü restorana giderken, sıcağın altında bayağı söylendim. Halk otobüslerine söylendim. Düğün fiyatlarını beğenmeyen anneme bir dolu söylendim. İkinci gittiğimiz yerde, siz kız tarafısınız, niye düğünü siz yapıyorsunuz diye sorduktan sonra kız tarafı olduğumuzu fark ettiğimde bir dolu söylendim.

Gerçekten istanbul yoruyormuş beni. Ne güzel bir başıma oturuyordum Teosta, elimde sözlük almanca roman okumaya çalışıyordum, arada sıkıntıdan patlasam da aslında hiç sıkılmıyormuşum meğersi. Gerçek hayata hoşgeldim. Asıl bu sıkıcı!!

16 Temmuz 2010 Cuma

sörf

Yeni merakım sörf. Bir heveslendim bir heveslendim. Bir haftalığına Sığacık, Teos'a geldim. Burada rüzgar nefis sörfçüler için. Ama benim gibi yeni başlayanlar için pek iyi değilmiş. İlk dersi Çarşamba aldım. Perşembe rüzgar çok sert olduğu için çıkarmadılar. Gün içinde gidip gelip çıkalım mı, çıkıyor muyuz, hava nasıl diye, 18 yaşındaki sörf hocamın beyninin etini yedim. Sonunda Cuma günü yine hava sert olmasına rağmen hadi çıkalım dedi. İkinci dersimde beklenmeyen bir performans sergileyince artık her havada çıkarırım seni dedi. :))) Ben sörf tahtasının üzerine bile çıkmakta zorlanacağımı düşünürken, bayağı bayağı gidiyorum. Daha tabi çok çok acemilik dönemleri. İki dersim daha kaldı. Dalışı ekip yarın sörfteyim. Tutmayın beniiii yuupppiiiiiiiiiiiiiiiiiiii

9 Temmuz 2010 Cuma

tatil

Sahildeyim. Kum tenime karışıyor, rüzgardan kulaklarımın içine saçlarımın dibine doluyor. Yalnız değilim. Birkaç gün içinde yalnız olabilirim. Mutluyum. Ama aklım İstanbul'da.

Orada neyi bıraktığımı bilmiyordum ama bugün öğrendim. Bıraktıklarımdan haberler geldi. Uzun zamandır bebek için uğraşan çok yakın arkadaşımın hamile olduğunu öğrendim, sevindim. Ardından uzun zamandır olmasını beklediğim, dalgınlığından dolayı beklediğim ve korktuğum olay başıma geldi, anneme araba çarptığını öğrendim. Neyse ki bir şey olmamış. Ama dedim korktuğum başıma geldi, nazar geldi geçti, herhalde bir insana ikinci kez araba çarpmaz değil mi? :((( O kadar iyiymiş ki, hastaneden gelir gelmez mutfağa girip toplamaya başlamış. Geçen hafta da katarakt ameliyatından sonra salona girişmişti. Gerçekten benim annemde bir sorun var ya!!

6 Temmuz 2010 Salı

tatil hep

Düğüne gidemedim. Düğüne birkaç gün kala sevgilim iş için yurt dışına gideceğini söyledikten sonra, kokoş kokoş nasıl yalnız başıma kuruçeşmeye giderim planları yaparken ve içimi sıkıntı basarken, dalış hocamız aradı ve "ayvalığa geliyorsun, mutlaka gelmen lazım, başka kimse yok" dedi. Tecrübeli bir dalıcı da olduğumdan mutlaka gitmem lazımdı. Hay alllah!! Düğün de vardı ama!! Tüh napıcaz şimdi!! derken karar vermem çok zor olmadı. Kendimi Ayvalıkta dalışta buldum.

Eğer karar verebilirsem yarın da Kuşadasına bir arkadaşımın yanına gidiyorum. Oradan Gelibolu, oradan tekrar İzmir, Teos. Hadi bana iyi yolculuklar...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

i was waiting for you

"Seni bekliyordum" diye yazmış kızın teki. Bir zamanlar ben de ona demiştim, "seni bekledim bütün gece" diye. Ya çok geç gelmiş, ya gelmemişti. Şimdi başka kızları bekletiyor sanırım. Yüreğime bir şey saplandı yine de. Bazı şeyler hiç değişmiyor.

gitme

En çok bana birinin, ben tam kapıdan çıkmak üzereyken, bileğimden tutup kendine çekmesini, ve dudaklarımdan habersiz öperek "Gitme" demesini istedim. Lanet olsun, hiç olmadı!! Belki o vakit kalırdım...

1 Temmuz 2010 Perşembe

2000 yılında üniversiteden mezun oldum. Aradan 10 yıl geçmiş. Bunun 5 yılını profesyonel iş yaşamında geçirdim. Geri kalan 5 yılını iş aramakla. Çalıştığım işlerin ikisine tavsiye ve tanıdık yoluyla girdim, birini ise kariyer.net üzerinden buldum ve yaptığım görüşme de benim yaşımdaki çalışma arkadaşlarımlaydı, IK ile değil.

İş aramakla geçirdiğim 5 yılda ise genelde IK departmanlarıyla görüştüm. Departman ile görüştüğüm azdır. IK ile görüşmelerimden sonra hiçbir zaman ikinci görüşmeye çağrılmadım. Her zaman kadınlarla görüştüm, erkeklerle görüştüğüm çok nadirdir.

Şimdi genel tabloya bakacak olursak pek iç açıcı değil. Gerçekten benim vasıfsız olduğumu, sadece tanıdık vasıtasıyla iş bulabildiğimi düşündürüyor değil mi? Kimse iki yüksek mezunu olduğumu, üç yabancı dil bildiğimi, gerçekten yetenekli ve yaratıcı olduğumu düşünmez bu tablodan.

Dün yine gittiğim bir iş görüşmesi, her zamanki gibi geçti. Ben gerçekten görüşmelerde kendimi ezik hissediyorum, mütevazi davranayım derken iyice küçülüyorum. Görüşmeden çıktığımda benim aklımda kalan "ben" tablosu hiç beni mutlu etmiyor. Dün de karşımdaki kadın benden oldukça irice ve uzun boyluydu. Sandalyesi de hafif yüksekti galiba. Benim sandalyem de düşükte mi kalmıştı ne, aklımda kalan göğüs altımın masa hizasında olduğu. Bir elimi çeneme dayıyorum dinliyorum, bir gözlerimi kaçırıyorum, tuhaf sorularına ne diyeceğimi bilemiyorum. Ellerimle kollarımla saçma sapan bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Bende mi bir sorun var, kendimi yeterince ifade edemiyor muyum? Yoksa IKcılarda mı bir sorun var? Ben gerçekten bu suratsız kadınlarla görüşme yapmak istemiyorum. Yok zayıf yönünüzü anlatın, yok güçlü yönünüzü anlatın, sorularına cevap vermek istemiyorum. Sohbet havasında geçmeyen bu gereksiz görüşmelerde bu tuhaf kadınlardan hiçbir elektrik alamıyorum ve kendimi ifade edemediğimi hissediyorum. Ya kendimi değiştireceğim ya rol yapacağım, acilen bir şey yapmam lazım, bu böyle olmayacak.

28 Haziran 2010 Pazartesi

1. gün

Cumartesi bir arkadaşımın düğünü var. Kaç zamandır aklımdan çıkmıştı düğünü. Ta ki geçen arayıp kına gecesini haber verene kadar. Ha siktir dedim ne giycem. Kınaya ne giycem, düğüne ne giycem.

Kına deyip geçmeyin, sosyetik mekan Al Jamal'daydı. Zaten bir girdim içeri, giydiğimden, fönsüz, yeni bile yıkanmamış saçlarımdan, yağmur var diye ayağıma geçirdiğim botlarımdan utandım. Zaten ben böyle yerlerde iyice sönükleşir, kasılırım. İyi giyinseydim bile eminim kendimi kötü hissederdim. Allahım nasıl bir gösteriş mekanıdır orası. Zaten birkaç ay önce önünden geçerken, kapı önündeki rüküş ötesi koltukları görünce burası da ne böyle diye dumur olmuştum. Geçen akşam içeri girdiğimde ise daha bir dumur oldum. Zaten kapı görevlisi, hoşgeldin, merhaba bile demedi, kıl oldum. Kokona bir kadın karşıladı beni, süzdü. Neyse burası böyle arap motiflerinin işlendiği, göya, bir mekan. Zenciler bile çalışıyor, arap değiller muhtemelen, öyle diyeyim. Dekorasyon acayip süslü, şatafatlı. Ama gelen mezeleri, yemekleri görünce, o geceki ikram ve hizmetleri yaşayınca ne kadar önyargılıymışım dedim. Mezeler süperdi, kebaplar güzeldi, tatlıya sıra gelemedi, midemi doldurmuştum. Bir kına gecesinde olması gereken her şeyi organize ediyor mekan. Zenne, dansöz, halay, lokum, kına, her şey var. Süper eğlenceli. Garsonlar desen, çok yardımcı ve kibarlar. Zaten seninle şarkı söyleyip halay çekiyorlar. Hatta bir ara bir yanımda bir garson, diğer yanımda diğeri halaydaydım. Ben kolay kolay her yeri beğenmem, gerçekten güzeldi.

Sıra geldi düğüne. Dedim çiçekli bir elbisem var, tam sahil kenarı elbisesi, onu mu giysem. Ama dedim herkes abiye giyinir, kesin utancından yerin dibine girersin, giyme. Bir şey de almak istemiyorum, para harcamak istemiyorum. Geçen senelerde bir arkadaşımın düğünü için aldığım abiye siyah bir elbisem vardı. Ama o zaman kilom 70ti. Kesin olmaz üstüme dedim, onu da eledim. Ama dayanamayıp dün gece 2de kalkıp, annem uyurken odasına girip, dolabından siyah elbisemi çıkarıverdim. Ve gecenin bir yarısı elbiseyi denedim. Neyse ki biraz esnek kumaş giyebildim de arka fermuarı kapanmıyor. Ben sandım göbekten dolayı giyemem, göğüsten dolayı olmuyor üzerime. Göbeğim desen ayrı, bariz bir balkon şeklinde elbiseden dışarı fırlıyor. Hadi onu korse filan hallettim diyelim, bu göğüsleri napıcam ben onu bilmiyorum. Hayır kaç zamandır zaten iyice kafayı takmıştım. Gayet memnunum büyük olmalarından dolayı. Kendimi niptuck ta hissediyorum :DD Ama son zamanlarda ağırlığından mıdır nedir bir üstüne yatınca, mıncıklayınca acıma durumları vardı.

Sanırım benim acilen kilo vermem gerekiyor. Gerçekten bu vücudumdaki 10 kiloluk fazla yükü taşıyamıyorum. Sabah da Mehmet Öz'ü izledim televizyonda, gazı aldım. Rejim değil de yediğin içtiğin şey, değerli ve vücuduna yarayan şeylerse zaten kilo kaybı da geliyor sanırım. Benim bu işi başarmam, yeme alışkanlıklarımı değiştirmem lazım. Başka çare yok. 1. gün bugün ve ömür boyu insallah.

27 Haziran 2010 Pazar

bekleyiş

Sürekli bir yeni şeyler arama, bekleme telaşım var. Bir haber, bir eposta, bir mesaj. İnternet başında sürekli aynı sitelerin içinde dolanıp duruyorum, bir iş bir haber arıyorum ki böyle bir anda hayatımı değiştirsin. Telefona gelen her aramaya her mesaja heyecanlanıyorum, sanki hayatımı değiştirecekmiş gibi. Epostama düşen mesajlar da aynı şekilde bende kalp çarpıntısı yapıyor. Nolucak bu halim, bu amaçsızlığım bu bağımlılığım bilmiyorum. Gerçekten hiçbir şey yok bu arada, beklediğim. Amaçsız bir bekleme işte. Annem bugün falıma baktı, tüm yollarım kapalı, yüreğim kabarmış, hiçbir güzel şey yoktu valla falımda bile. Neyse belki güzel bir haber alırım bir yerlerden. Mesala bunu yazarken geliverdi bir dosttan nasılsın diye bir mesaj...
- iyiyim işte, nolsun

25 Haziran 2010 Cuma

aşkı memnu

Ben kendi türümü hiç sevmem, işte Bihter de bunun en güzel kanıtı. Ben bu kadını bir türlü sevemedim. Para babası adamı bırakama, gencecik çocuğu oyala. Behlül olmazsa nasılsa Adnan var, hep yanımda tavırları. Ama Behlülden de vazgeçemem asla ayakları. Ne salak Nihal, ne ondan aptal Adnan. Olan Behlüle oldu, en çok ona acıdım. Bihter'in yanı sıra Firdevs denen kadın mesala. Dizinin en bomba karakteriydi. Kötü kadın Firdevs diyordum ilk baştan ama kendi çıkarları için her şeyi ve herkesi yönetebilen kadın modeli o, aramızdaki, içimizdeki kadın.

Böyle bir saçmalık olabilir mi? Oturmuş dizi kritiği yapıyorum ama ben bu diziyi öyle deli gibi takip etmememe rağmen işte bizleri, biz kadınları görüyorum. Ey duyun erkekler, siz çok masumsunuz, safsınız. Bizim gibi ince hesaplar peşinde değilsiniz. Tanıdıysam sizleri bu zamana kadar bunu bilir, bunu söylerim. Bizi tanımak istiyorsanız, oturun bu dizileri izleyin. Seviyorum sizi :))

He bir de Vicky Cristina Barcelona diye bir film vardır ya, kadınları anlatma konusunda Woody abime şapka çıkarırım. O nasıl bir çözümlemedir şaşarım.

oh be bu da bitti sonunda. Sırada Yaprak Dökümü var. Orada da Ferhunde karakterini pek seviyorum. Elimde değil ya, ben kötü kadınları seviyorum. Aslında onlar kötü değil gerçekte, gerçekten!! Mutlak kötü ve mutlak iyi diye bir şey de yok ayrıca. Daha fazla saçmalamadan son veriyorum bu yazıya.

24 Haziran 2010 Perşembe

toplanma

Taşındığımızdan bu yana, ki bu süreçte ben yoktum, toplamadığım odamı bugün toplayıverdim. Yani marttan beri elimi hiçbir şeye sürmemiştim. Bir sürü şey torbalarda filan duruyordu, oraya buraya sıkıştırılmıştı. Yazlıkları, aman daha yaz gelmedi diyerek bir türlü çıkarmamıştım. Bugün bir giriştim, hepsini topladım. Böylelikle "giyecek hiçbir şeyim yok" mazeretim de sona ermiş oldu. Aha bu da varmış, bu da nerden çıktı diye, bir sürü şey buldum. Yarın arkadaşımın bekarlığa veda partisinde ne giyeceğimi düşünüyordum, bu sorun bile ortadan kalkmış oldu.

Şimdi kafamı toplama sırası. Ya bu illa toplanmak zorunda mı? Yani dağınık kalsa olmuyo mu?

21 Haziran 2010 Pazartesi

sana

Blogumu sessizce takip eden, yorum yapmadan girip çıkan arkadaş. Sana diyorum. İşte yazdım. Telefonuna mesaj atmadım ama bak sana özel bir yazı yazıyorum.

Aslında yazın, bir hafta önce hazırdı kafamda. Kurguladım da, hiç cesaret edemedim yazmaya. Hala da edemiyorum. Sanırım sen, o bahsettiğin uzak ülke var ya, hani bana "sen de gelirsin" dediğin ve benim gözlerimi kaçırıp ne diyeceğimi bilemediğim ve gelirim tabi dediğim, işte olur da karar verirsen, gitmene yakın yazarım. Ancak o zaman cesaretimi toplarım. Dersen ki bana da yazmışsın bir yazı, yok derim inkar ederim.

Tek diyeceğim var şimdilik, seni zamansız tanıdım.

Son bir hafta

Mavi, masmavi, balıklar, sıcacık su, güneş, yıldızların altında uyku... Böyle hayallerle gittim Fethiyeye. 6 gün, tekne konaklamalı dalışlı mavi tura.

Artık nasıl hayaller kurduysam biraz kırıldı çoğu. Fethiye'nin yüzeyden dibi görünen koylarını hayal etmiştim, yüzeyden hiçbir şey görünmüyor. Sürekli bulanık bir su. Hadi olur bu kadar dedim, ama canlısı çoktur diye hayal etmiştim. Yaptığım 15 dalışta hepi topu bir iki orfoz gördüm. En çok görmeyi sevdiğim minik balık sürüleri bile yoktu. İlk dalış ve son gece dalışı çok güzeldi. İkisi de Turunç koyundaydı zaten. Diğer koyların hiçbirini tutmadım. Su öyle çok sıcak değildi ama güzeldi. Her gece yıldızların altında uyuyamadım, bazı koylarda gece çok esti, kamaraya kaçtım. Ama yattığım geceler güzeldi, sırtımı tepelere, yüzümü denize döndüm, tepeler yorgan oldu gibi hissettim. İlk gece sinekler öyle bir yedi ki beni, bütün hafta acısını çektim. Benden başka sinekler tarafından yenen de olmadı, ne iş anlamadım. Doğru düzgün güneşe çıkmadığım için yanmadım, kararmadım. Zaten hep koyu tenim, hafif yanıkla bir baktım aynaya bir hafta sonra güzelleşmişim gibi geldi :))

Onun dışında biraz sinir harbi de yaşadım. Tamam şimdi asıl konuya geliyoruz. Çünkü kendimi zor tuttum, teknede interneti açıp da bloga iki çiziktirmeye ramak kalmıştı. Yakalanırım diye korktum. Canım arkadaşım var bir tane. Bir de kankimiz de var, üçümüz oh keyif, dedikodu yaparız diye de hayal etmiştim. Hatta gitmek istememin en büyük sebepleri de onlar. Ama aramıza kara kedi girdi. Evet evet kötüyüm ben, sevdiklerimi kimseyle paylaşamıyorum. Sevgilim zaten uzak durur bu kızdan, bana da öyle öğütler. Bu kız benim arkadaşların dibinden ayrılmayınca ben de gruba uzak kaldım. Hiç yanlarına gitmedim. Bir de kızda sürekli, sevgilime ağbi ağbi modu, bir yanaşmalar filan. Kendini bana görümce belleyip kıskandırma çabaları. Bir alırım paçanı aşağı, doğru konuş tavırları. Muhabbetinden de haz etmedim. Fenalık geldi içime! Sonra başka bir erkek arkadaşımızın sevgilimin dibinden hiç ayrılmayışı da bunlara eklenince varın siz düşünün kıskançlığımı. Zaten dediydim ya bir huysuzluk bir kıskançlık son zamanlarda. Kontrol edemiyorum bir türlü kendimi.

Adamın da sürekli yanımda olmasını istiyorum. Rahat bırakmıyorum bir türlü. Küçücük teknede bile kaybettim adamı zaman zaman. Sonra karar verdim ki, herkesin sevdiği bir adamla olmak çok zor. Onun için de kimsenin sevmediği bir kadınla beraber olmak zor olmalı diye düşündüm. Hatta ona da söyledim bunu, aldırmadı, benim sevgim sana yeter dedi.

Bu tatilin aramızı düzeltmesini, her şeyin bir anda çok güzel olmasını, değişmesini hayal ettim. Kısmen de olsa öyle oldu. Anladım ki bizim aramızda bir sorun yok, biz anlaşıyoruz, seviyoruz birbirimizi, ilk günki gibi kur yapıyoruz birbirimize. Anladım ki sorun başka yerde. Benim kararsızlıklarım, kendi duygularımdan emin olamayışım, kafamın sürekli karışması. Ve onun hayatındaki bazı unsurlar. Bazı şeyleri kaldıramıyorum ve katlanamıyorum. Değişmesini istediğim şeyler sanırım hiçbir zaman değişmeyecek, ya kabullenicem ya da yalnız yola devam edicem. Bilemedim.

11 Haziran 2010 Cuma

ben kaçar

Pek bir heyecanlıyım. Daha önce de yolculuğa çıktım ama bu kadar heyecanlanmadım sanırım. Nazar değecek diye ödüm kopuyor. Dün bile hissettim, şu arapça seti aldıktan sonra, sultanahmetten eminönüne yürürken, kesin bir şey olacak dedim. Hemen önümdeki kızı tramvay eziyordu, son anda arkadaşı kenara çekti. Oh dedim nazar kalkmıştır belki. Ama yok ben hala heyecanlıyım.

Sabahtan beri Zilli ile bikini bakıyoruz Kadıköy'de. Onun bir kadınla alışveriş konusunda bu kadar rahat olabileceğini düşünmezdim. Aşağı inelim, yukarı çıkalım, şuraya da bakalım taleplerime hiç sesini çıkarmadı. Hatta girdiğimiz her dükkanda kızlara yazdı durdu. 12 yıllık arkadaşımın iyi bir alışveriş arkadaşı olduğunu yeni anladım. Zaten nerede karı kız varsa, onun için fark etmez.

Koca memelerime bikini bulmak çok zor oldu. Hem alttan birleşmeli olsun, hem ucuz olsun hem güzel olsun felan. Neyse sonuçta bir mayo bir bikini almış bulunuyoruz. Çok şükür.

Akşam ben kaçar.

10 Haziran 2010 Perşembe

yokum

Kaç haftadır nasıl bir stres nasıl bir stres, yetiştirdim yetiştiremedim. Resmen helak ettim kendimi. Sabahın dördünde yatmalar filan. Annem bile stres olmuş. En son yazdıklarımı kontrol için vermiştim. Geçen sabah yetişsin diye dörtte uyanıp sabaha kadar düzeltme yapmış. Ve sonunda bitirdim. Annemin de düzeltmelerini yapıp, tezimi jüri üyelerine teslim ettim.

Teslim etmeden önce enstitüden, teslim edilebilir kağıtlarını almak lazımdı. Resmen yalvardım millete. Yok yazıldı, yok imzada, yok burada değil filan dediler. Kattaki her memuru ziyaret ettim. Ve sonunda kağıtları da alıp jüri üyelerine bıraktım. Bırakmak da kolay olmadı. Herkes her zaman yerinde bulunmuyor. Bu iş de iki gün sürdü ve şu an itibarıyla rahatım.

Bu kadar stres yapmamım sebebi ise, herkesin mavi tur için fethiyeye gidiyor olması ve benim de tez yüzünden burada kalma ihtimalimdi. Çok şükür ben de gidiyorum. Yarın akşam yola çıkıyorum. Bir hafta dalmadık koy bırakmayacağım :)))

Bugün artık tüm tez işlerini bitirmenin rahatlığıyla, şu Beyazıt meydanının orada sahafçılar çarşısı vardı, oraya uğrayayım dedim. Ve ne aldım? Arapça eğitim seti. Deli mi sikti beni arapça öğrenmeye kalkıyorum bilmiyorum ama almazsam çatlardım. VCD li filan. Bir açtım baktım, bismillahirahmanirahim filan diye başlıyorlar derse. Neyse dedim katlanacaksın artık bu kadarına. Fena bir sete benzemiyor, bir de şu dinsel metinler olmasa daha iyi. Ama ince bıyıklı bir hoca ve başı kapalı bir güruh sınıfa katlanmaktan iyidir herhalde diye düşünüyorum. Bakalım bu işi kendi başıma becerebilecek miyim merak ediyorum. Hazır, erdoğan sağolsun, orta doğu ile ilişkilerimiz gelişirken ve batıdan uzaklaşırken, ingilizce almanca filan tarih olacak, yeni dil arapça benden söylemesi. bu dallamalar sittim sene ingilizce konuşamayacaklarına göre, en iyisi onların dilinden konuşmak. Evet evet, beni deli sikti!!!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Suriye, Beyrut


- Şimdi yolculuk şöyleydi. Reyhanlı'dan Suriye'ye giriş. İstikamet Halep. Halepte geceleme. Ertesi gün, Hama ve Humus üzerinden Şam'a yolculuk. Şam'da geceleme. Ertesi gün ya Ürdün ya da Lübnan'a geçip oradan gecelemeden Türkiyeye dönüş. Ürdün'e giriş parası yüksek olduğu için Lübnan'ı tercih ettik. 2 gece 3 gün yorucu bir yolculuk.



- Anlayacağınız üzere Suriye'ye iki kez giriş yaptık. Çünkü Lübnan'dan çıkarken de Suriye'ye tekrar girmemiz gerekiyordu. Lübnan'a da bir giriş bir çıkış. Toplamda 6 kez sanırım sınır kapılarında pasaportlarımızı onaylattık. Suriye kapılarında hiçbir ama hiçbir işinizi rüşvetsiz halledemiyorsunuz. Öyle rezil yerler ki inanamazsınız. Görevliler, bırakın ingilizceyi latin alfabelerini okumayı bile bilmiyor. Mesela isminizi yazıcak tamam mı: Ebru. Bakıyor, "E" harfine sonra kalvyeye bakıyor, klavyede arıyor, sonra basıyor. Ad soyad, doğum tarihi tüm işler için aynı şekilde. Sıra geliyor pasaportun geçerlilik tarihine. Dikkat ederseniz ay kısmı ingilizce ve türkçe yazıyor, rakamla değil. Adam okuyamadığı için, yerinden kalkıyor takvime gidiyor, September'ın Arapçada hangi aya denk geldiğine bakıyor. Yerine geçiyor ve bir pasaport yaklaşık 15 dakikada anca kayıt altına alınıyor. Şaka gibi!!



- Bizim grupta hocalar da vardı. Elimizde en az 6 tane yeşil pasaport var. Tabi bu mal görevliler kapaktaki görevli adını okuyamıyor. Bir keresinde siz diplomat mısınız diye bizim hocaya sormuşlar. O da he evet diplomatım demiş. Türkiye vatandaşı olduğumuz için herkesten öncelikliydik. Kapılarda bekleyen tır şöförleri vs. nasıl eziyet çektiriliyor anlatamam. Bir hoca anlattı, adamın tekini herkesin gözü önünde memurlar dövmüş, bir de içeri odaya da almışlar, peşinden diğer memurlar da dalmış. Böyle rezillik yani.



- Yolculuğa çıkmadan önce sevgilim de dahil olmak üzere çok pis her yer, tuvalet konusunda çok zorlanacaksın vs. dediler. Aldırmadım. Bence en az bizim kadar pisler. Türkiyede uzakta değil, istanbul izmir yolunda bile bir sürü yerde duruyoruz, her yer leş gibi. Onlar da o kadar pis işte. O yüzden çok şaşırmadım, garipsemedim. Midem bulanmadı.

- Yemekleri çok ağır da demişlerdi ama ben bu üç gün boyunca sadece bir kez restoranda oturup yemek yedim. O da kebap ve tavuk şişti. Yolda da bir kez lahmacun aldık. Bizimkiler kadar lezzetli değil. Onun dışında kurabiye, meyve, tatlı vs. ile yetindik. Zaten duracak yemek yiyecek hiç vakit olmadı.

- Her yerde pazarlık yapılıyor. Adam diyor mesela 700 Suri diye. Dönün arkanızı gidin, 500 Suri diye bağırıyor. Şöyle bir geri dönüp bakın, sonra tekrar ilerleyin, 300 diyor. Biraz daha ilerlerseniz 100'e alabilirsiniz. Esnaf turisti kazıklama peşinde. Halepte kalenin karşısında bir nargile çay içelim dedik, 20 kişiye 100 lira (3000 Suri) hesap çıkardılar. Nargile içen fazla olmadı. Buna rağmen bu fiyat geldi. Türkiyede bile hiçbir yerde bir çayı 5 liraya içmezsiniz.

- Halep'i çok beğendim. Şam da çok güzel ama Şam'a varmamız Cuma idi, her yer kapalıydı.



Halep

- Halep'te kaldığımız otel güzeldi. Temizdi en azından. Banyosu, tuvaleti. Lavabosu tıkalıydı ama dert etmedim. Dışarıdan da şehir gürültüsü içeriye geliyordu, yine dert etmedim. Bu oteli önceden ayarlamışlardı. Ama Şam'a gittiğimizde, her yer doluydu. Hoca bir otel bulmuş, allahım köpek bağlasan durmaz. Herkes eşarbını filan yatağın üzerine serip ya da hiç soyunmadan yattı. Tuvalet denen yere bin şahit ister, tuvalet demek için. Sıcak su filan yok. Her yer leş gibi. Tam otelde ayrılacakken, benim anam var ya tuhaf anam, sabah ayrılmadan önce bir şuralara su tutuvereyim demiş. Ya sana ne, ne uğraşırsın elalemin pisliğiyle! Lobiye geldiğinde beti benzi atmıştı. Söylediğine göre tuvaletin hemen arkasında dışkı birikintisi varmış. Birileri gizlemiş. Avrupada otellerde arapların kıçlarını perdelere sildiklerini duymuştum, bu da aynı hesap, yalan değilmiş.


Beyrut

- Beyrut muhteşem bir yer. Rehberimiz olmadığı için şehir merkezine nasıl gidilir bilemedik. Durduk esnafa sorarken, yoldan geçen ayakkabı boyacısı çocuk Türk çıktı. Aldık otobüse, bütün gün bize eşlik etti. Beyrut sahili, Miami beach mubarek. Yarı çıplak vücutlu erkekler koşu yapıyor filan. Öyle kapalı kadın filan yok. Her yer tertemiz. Onlar da arap ama her şey çok farklı. Beyrut tam bir Avrupa şehri. Çok güzel. Savaş kalıntıları olur sanmıştım, ama pek yok. Çok güzelleştirmişler şehri.


- Gezi boyunca annemi sürekli kontrol etmek durumunda kaldım. Hep geride kaldı. Kaybolacak bir şey olacak diye ödüm koptu. Öye fotoğraf çekse iyi, çekersin devam edersin değil mi! Yok bizimkinin elinde video kamera var. Arada bakıyorum nasıl çekiyor diyor, kayıta basmamış standbyda çekim yapıyor. Yüz kez anlattım, bak şöyle kullanılıyor diye. Yok yine de anlamadı bir türlü. Daha beni bir sürü deli etti de anlatmıyorum artık.

- Ya bir de turun bana ne kadara patladığını söyliyim de siz de sevinin :P 250 lira. Hatta 300 lira idiydi de 50 lira artınca kişi başı, hoca geri verdi. Halep'e gidiş dönüş bir de uçak bileti. Topu topu 450 lira tuttu.

- Hayatımın en ilginç ve güzel yolculuklarından biriydi. Genelde yalnız seyahat etmeyi severim. İlk kez bir grupla seyahat etmenin keyfini yaşadım.

7 Haziran 2010 Pazartesi

lanet

Hiç kaprisim olmadı şimdiye kadar. Ben neden gelmiyorum, neden oraya gidiyorsun, kim var yanında, kiminle konuştun, neden onunla görüştün gibi tuhaf sorular sormadım. Aynı şeyleri hiçbir amacı olmadan yüz kez tekrarlayıp karşımdakini bıktırmadım. Neden o kıza baktın, o sana neden baktı gibi anlamsız kıskançlıklar yapmadım. Hiç dırdır yapmadım, yapılmasından da hoşlanmadım. Gereksiz tartışmalara girmedim. Kızsal triplerim hiçbir zaman olmadı.

Ama şimdi ben lanet bir kadın oldum. İşim yok, gücüm yok, ilgilenecek dert edilecek şeylerim yok, şimdi sürekli bozuk plak gibi sarıyorum. Ve sürekli aynı şarkıyı çalıyorum. Kendimden bile yoruldum. Tek ama tek isteğim karşımdakinin bana tahammül etmesi.

Kendime hiç yakıştıramadığım hareketler bunlar. Eski ben olmak istiyorum. Ama olamıyorum.
Yapmayayım diyorum, bu kez mutsuz oluyorum. Beni mutlu edecek hiçbir şey bulamıyorum.

Her şey dağınık. Kafam dağınık, odam dağınık, hayatım dağınık. Toplamak için en ufak çaba sarf etmiyorum. Bıraktım öyle. Hep bir engel çıkarıyorum kendime. Bu bitsin öyle diye. Hep erteliyorum. Nedir bu depresif hallerim, ne zaman geçecek bilmiyorum. İlacım ne onu da bilmiyorum.

Çok lanet kadın oldum.

6 Haziran 2010 Pazar

üşengeç

Suriye ve Beyrut anılarımı yazma konusunda pek bir üşeniyorum. Yazmasam olur mu :((

5 Haziran 2010 Cumartesi

yorgun

Ben aslında çok mutsuzum ve sen farkında değilsin.
Yoğunluğumuzdan ve önceliklerimizden birbirimize ayıramadığımız zaman, geçiyor ve geçtikçe tükenen biz oluyoruz. Farkında değilsin, normal geliyor sana her şey.
Hiç vaktin yok bana. Senin olduğu zamanlarda ise benim sana olmadı.
O yüzden suçlayamam seni ama dayanacak gücüm de kalmadı.
Biliyorum, hep olmayan şeyler için senaryolar üretiyorum ama ben bu senaryolarla yaşıyorum.
Sezgilerim çok güçlü, olacakları görüyorum. Senaryolarım gerçeğe yakın çıkıyor.
O yüzden tek isteğim, başkalarını ve sorumluluklarımızı biraz olsun boşvermek. Yapamam dersen başka türlüsünü bilmiyorum. Yoruldum yine ben...

4 Haziran 2010 Cuma

hasta

Öyle karışık yazıyorum ki, ipin ucu kaçtı.
Sanırım Suriye macerama devam etmeden önce, beni iki gündür yatak döşek yatıran süreci anlatmamda yarar var.

Hani öğrencilerin anketlerinin SPSS girişleri gelmemişti ve ben kafayı yemek üzereydim, geç kalıyordum filan ya, hemen acil önlemler aldım.

İlk önce online bir platforma anketleri girdim, Facebook'ta linki paylaştım. Baktım kişi sayısı yeterli gelmeyecek, hemen annemin üniversitesine gidip anket yaptım. Tabi annem yaptı hepsini aslında. Sonra bu arada Facebook tan da 200 kişi filan topladım, üniversitenin anketlerini bir günde girişini yaptım. Facebook anketlerinin girişini yapmaya gerek kalmadı, platform direkt spss olarak verdi, üstelik ücretsiz. Hafta sonu oturdum annemle tüm değerlendirmeleri yaptım. Sağolsun kadın bana spss i, tüm testleri, neyi nasıl okuyacağımı, tabloları nasıl yapacağımı anlattı. Ve aradan bir hafta geçtiğinde ben neredeyse tezimi bitirmiştim. O hafta sonunun akabinde tezi hocama gösterdim, gözlerine inanamadı. İlk kez bir öğrenciye bunları anlatmak zorunda kalmadım, her şeyi halletmişsin, harikasın dedi. Çok mutlu oldum. Sadece tartışma ve sonuç kısmım kalmıştı. Suriye ye gitmeden biraz onu yazdım. Suriyeye götürsem mi bilgisayarı yolda tamamlarım dedim. Sonra çalınır diye vazgeçtim.

Suriye'den dönüşüm geçtiğimiz Pazar. Çok yorgundum. O gece yattım uyudum. Pazartesi bir gaz yine tezi yazmaya devam ettim. Gece 2den önce yatamadım. Salı yine devam ettim. Bu kez dipnot, kaynakça kontrolleri, sayfa ve içindekiler numaraları gibi inanılmaz yorucu incık cıncık dikkat dağıtan işlerle uğraştım. Salı gecesi sabah 4te yattım. 8 de uyandım. Son kez anneme gösterdim, birkaç yeri düzelttirdi. Sonra apar topar okula gittim. Kadıköyden aldığım çıktıları, hocamın dersini işgal edip gösterdim. Yanımda götürdüğüm laptopumda dilekçe yazdım, kendisine imzalattım. Jüri üyeleri formunu doldurmam gerekiyordu, hocalara gidip jürimde olur musunuz diye sordum, kabul aldım. O formu anabilim dalı başkanına imzalattım. Hocam dedi, bu tamam ciltlet. Ciltlettim. Enstitüye gittim. Tüm personel toplantıdaydı, bekleyeceksiniz dediler. Bekledim. Mesai saatinin bitimine az kalmıştı ve ben mutlaka Perşembe günkü yönetim kuruluna girmesini istiyordum ki karar bir an önce çıksın. Bizimle ilgilenen bey geldi, ona derdimi anlattım. Ben veririm yarın girer mi bilmiyorum dedi. Bu ada 10 gün önce verdiğim tez ismi değişikliği talebinin onayının gelmediğini öğrendim. İkisini aynı anda vermediğime pişman oldum. Neyse sonunda enstitüye teslim etmiş oldum.

Öyle yorgumdum ki, malezyadan gelen ve ertesi gün tekrar dönecek olan eski bir ispanyol dostumla mutlaka buluşmam gerekiyordu. Modada oturduk, serin havada dondurma yedim. Akşam eve geldim, yatmaya yakın korkunç karın sancılarım başladı. Ayrıntıya giremeyeceğim, gerçekten can sıkıcı şeyler. Ama vücudum bitkin, ara ara sürekli sancılanıyorum. Acile gittik dün, ağrı kesici iğne yaptılar ve ilaç yazdılar. Bilmiyorum ne zaman geçecek. Hafta sonu izmire dalışa gidecektim ama mecburen iptal ettim.

Tek arzum, önümüzdeki hafta ensitüden tamam tez jüri üyelerine dağıtılabilir kararının çıkması, ve önümüzdeki cumartesi günü bir haftalık dalışlı mavi tura katılabilmek. Geçen sene yeni işe girdiğim içi gidememiştim. Bu sene gerçekten gitmek istiyorum. Böyle işte.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yolculuk başlıyor

Annem üniversite ile birlikte, üstelik çok uygun fiyata Suriye'ye gezi olduğunu söyleyince bu fırsat kaçmaz dedim ve hemen listeye kendimi eklettim.

Grupla Hatay'da buluşacağız Perşembe sabahı. Cilvegözü sınır kapısından geçiş yaparak, Halep, Hama, Humus, Şam gezeceğiz, oradan Ürdün'e geçeceğiz, dönüşte de Mardin, Gaziantep Güneydoğu Anadolu gezisi yapacağız. Ve bunların hepsi 5 gün içinde gerçekleşecek! Pazartesi İstanbul'da olacağız! Bana tabi pek inandırıcı gelmedi ama hadi neyse dedim çıktım yola.

Hatay'ı da görmek için iki gün önceden gittik. Sabiha Gökçen'den Salı akşamı uçağa bindik. Dakka bir gol bir: Annem pasaportunun ve parasının olduğu çantayı İETT otobüsünde unuttu. Neyse ki otobüs kalkmamıştı ve alabildik. Annem Hatay'da bizi birilerinin karşılayacağını söyledi ama bu konuda da şüpheliyim. Neyse dedik karşılamazsa kimse, gider öğretmenevinde kalırız.

İndik uçaktan, bir telefon trafiği oldu. Bizi kapıda bekliyorlarmış. Annemin okuldan arkadaşının bir ahbabı. Eşiyle birlikte bizi karşıladı, Harbiye denen bir yere yemeğe götürdüler. Oranın yerlileri, çok kibarlar. Adam eski bir görevli. Adamın hayatı çok ilgimi çekti, kitap yazsam mı bile diye düşündüm. (Burada deşifre edemiycem, anlayan anlar) Hepsi büyük 10 çocukları var. Bizi iki gün öyle güzel ağırladılar ki, ağzım açık kaldı. İnanılmaz misafirperverler, çok hoş sohbetler. Antakya'nın truistik mekanlarını gezdirdiler, sürekli bir ikram. İnanılmaz zengin kahvaltı sofraları. Suriye'de de olan baharat zahter'i burada öğrendim. Kahvaltıda ekmeği zeytinyağına sonra bu zahtere batırıyorsun. İnanılmaz bir lezzet. Humus yedik tabi ki. Değişik Hatay peynirleri ayrıca. Ve yanında Lübnan ve Hatay pide ekmekleriyle. Hayatımda ilk kez limon kabuğu yedim, inanılmaz lezzetliydi. Limonun sarı kısmını soyuyorsunuz, altında meyve kısmına kadar olan beyaz kısmı da soyup afiyetle yiyorsunuz. Nasıl şekerli, nasıl güzel!

Çarşamba akşamı tura katılacak diğer hocalar geldi. Ben hala Perşembe günü yola çıkacağımıza şüpheliyim. Perşembe sabah böyle yayıla yayıla otururken, telefon geldi, grup gelmiş, hadi gidiyoruz dediler. Eşyalarımı toplamamışım daha. Hemen hazırlandım, 5 dakika içinde yola çıktı.

Yola çıkmadan önce, bizi misafir eden adam sarraf getirdi otobüse. Türk liralarını Suriye surilerine dönüştürdük. Grubun yarısı gelmemişti. Öğrencilerin bir kısmı pasaport alamamış. Dolayısıyla sayı düşünce masrafların da artacağını ve Güneydoğu Anadolu gezisinin muhtemelen iptal olacağını öğrendik.

Reyhanlı'dan çıkarak bir saat içinde sınır kapısına vardık. Pullarımızı aldık, pasaportlarımızı damgalattık. Tampon bölgeden geçerek Suriye kapısına ulaştık. Hafta sonu olmadığı için çok kalabalık değil, hafta sonu daha kalabalık olurmuş. Yine de bir saatten fazla bekledik. Hepimizin parmak izini aldılar. Verdiler pasaportları, çıktık yola. Bir saat kadar sonra Halepteyiz.

(Annem bu arada beni deli etme sinyalleri vermeye başladı. Çantasını unutmasının yanında en bombası Sabiha Gökçen'de "Aaa şimdiye kadar hiç fark etmemiştim, bak uçağın kanatları yok" dedi. Gülmekten yarıldım. Nasıl bakıyorsa artık uçağa, kanatları görmüyor. :))))

30 Mayıs 2010 Pazar

yok

Öyle heyecanlıyım ki. Gelicem, inicem havalimanına ve sevgilim beni karşılayacak.
Uzaktayken daha bir yokluğunu hissettim. Onsuz kolum kanadım kırık gibiydi. Yanımda olsa dedim. O buraları severdi dedim. Yoktu, ama olsun. Gelicem, inicem uçaktan ve onu görücem ya olsun. Beni yemeğe götürür, ona heyecanla anılarımı anlatırım. Sonra akşam sarılır uyurum dedim.
İndim. Körüğe ayak basar basmaz telefonumu açıp aradım, geldim diye.
"Mesajımı almadın mı?"
"Ne mesajı? Yeni indim ben"
"Ben yemek sözü vermiştim, saati uyduramadım, sana gelemiyorum"
Gözlerim dolmaya başladı. "Peki" dedim, ağladım. "Çok kırıldım" dedim.
"Sen de gel" dedi, "bu daha da ayıp" dedim.
"14 saattir yoldayım" dedim.
"Peki" dedi, "akşam dönerken sana geliyim, kendimi affettireyim" dedi.
"İyi" dedim ağlamaklı.
Saat 23'ü geçiyor. Günlerdir yoldayım. Yorgunum. Gözlerim kapanıyor. Yine de arar belki diye telefonumu kapatmıyorum.
Biliyorum beni incitmek için yapıyor. Umurunda değilim artık. Gözlerim doluyor sürekli, ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Ya da tutmuyorum, ağlıyorum. Ama yine de umduğumdan az geliyor gözyaşlarım.
Yanağımda stresten çıkmış uçuğun izi hayat boyu kalacak, hiçbir zaman silinmeyecek. Kalp yarası iyileşir mi merak ediyorum.
Saat 23.12. Yok.

23 Mayıs 2010 Pazar

aman oğlum

Anaların erkek çocuk takıntısına anlam veremiyorum bir türlü. Aman oğlum, canım oğlum, aslan oğlum, fenalık geliyor içime.

Anamın erkek kardeşime tolerans sınırsızlığı tahammül sınırlarımı zorluyor. Sürekli her şeyine karışıyor, gömleğini yıkıyım, pantolununu ütüliyim, karnın acıktı mı. İçime fenalık geliyor. Benim odama hayatta girmiyor, onun odasından çıkmıyor. Eşyalarını karıştırıyor, bilgisayarındaki dosyaları değiştiriyor, masaüstünü temizliyor. Daha bir gün bile daha bana şunu ye, gömleğini ütüle, paran var mı demedi.

Oğlan her gün eve sabah akşam kız arkadaşını getiriyor, gıkı çıkmıyor. Dedim anama, ben de getirecem bundan sonra erkek arkadaşımı. Oh yiyişiyim içerlerde, hiç bi bok da diyeme! Dedim ne biçim adalet bu!

Oğlan da büyüdüm, adam oldum, karışma bana derdinde, ama gel de anama anlat bunu.

Ben de erkek çocuk istiyorum ama, işte buraya yazıyorum yemin billah el üstünde tutarsam! Daha bebekken yemek bile yedirmiycem, koycam önüne kendi yesin elleriyle diye. Çamaşırlarını yıkamayı, bulaşığını yıkamayı, odasını toplamayı öğreticem. Ne bu be!!! AAAAAAAAAAAA

20 Mayıs 2010 Perşembe

başlıksız

Ben nasıl bir ülkede yaşıyorum diyorum, bir kez değil nefes aldığım her gün. İşsizim, işsizlik sigortam yok. En az beş yıllık bir tecrübem var, iş bulamıyorum. Öğrenciyim hiç bi boktan yararlanamıyorum sadece ucuza seyahat ediyorum. Onun da akıbeti belli değil. Ve bugün itibarıyla öğrendim ki, sağlık hizmetlerinden de yararlanamıyorum. 25 yaşımı geçtiğim için öğrenci olsam da yararlanamıyorum. Daha önce sigortalı olduğum için anam ve babamdan da yararlanamıyorum. Ancak genel sigorta diye bir şey varmış, o da ayda 30 lira ödeniyormuş. 2000'i aşkın iş günü prim ödedim, işsiz olduğun anda hastanenin kapısından bile giremiyorum. Öliyim o zaman ben? Sizin için bir sakıncası var mı? Zaten bir partinin başına kimin geçeceğiyle, adamın tekinin pipisinin nereye girdiğiyle daha çok ilgilisiniz. Eminim ki Siirt'i çoktan unuttunuz. Umrunuzda mıyız ki biz, tecavüze uğrayanlar, maden ocağında ölenler, dev işsiz ordusu ve daha kimbilir kimler. Beni fark etmezsiniz bile.

18 Mayıs 2010 Salı

kırgın

20 günlük suskunluk bozuldu. Karşımdaki kırgın, yıkılmış ve buruk. Her şeye rağmen yine de çok iyi. Onun bu aşırı iyiliği zaten beni hasta eden, belki de. Ben, o kadar iyi değilim. Toplumca kabul görmüş iyi, güzel meziyetlerim yok. Kendi iyilerim, kendi doğrularım var. Kendime zeki, kendime güzelim. Kolay kolay kimseyle arkadaşlık kuramam.

Annem "seninle geçinmek zor, iyi düşün" dedi. Benimle uzun süre iyi geçinebilen birinin kalbini kırdım, hem de çok acıttım. Acıttığım, kırdığım için sanki ben onarmalıymışım gibi oldu. Beraber birbirimizi iyileştirmemiz gerekmez miydi? O kırgınsa ben de çok kırgın değil miyim? Yıllardır içime attığım, hep suskunluğumu koruduğum, sabır gösterdiğim için mi hatalı oldum şimdi? Ben ne olucam peki? Beni kim tamir edecek? Kim yaralarımı saracak?

Sadece şimdi değil bir ömürlük umudum kalmadı benim.

Sil baştan mı yapmalıyım? Bilemiyorum...

16 Mayıs 2010 Pazar

ergBen

Daha ne kadar böyle devam edebilirim bilmiyorum.

Sanırım hala ergen olmak istiyorum. Caddebostan sahilinde yine bira içerek akşamı etmek, çimlerin üzerine boylu boyunca uzanmak (bunun ergenlikle ne alakası var bilmiyorum, git uzan işte), akşam barlardan çıkmamak istiyorum. Sabahı etmek, sevişmek ve düşünmemek istiyorum. Zilli'nin terasında ot takılıp, anlamsız muhabbetler yapıp, olur olmaz şeylere kopmak, gülmekten yarılmak istiyorum. Her hafta, her ay yeniden aşık olmak istiyorum, ayrılınca oturup ağlamak istiyorum.

Eskiye dönüş istiyorum, gençleşmek istiyorum. Büyümek istemiyorum. Kendimin sorumluluğu yetiyor, başkalarının sorumluluğunu istemiyorum.

İşte bu yüzden belki de, sadece kutusunu gördüğüm o yüzüğü takmakla takmamak arasında gidip geliyorum.

Ya da ben sopa istiyorum!?!?

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Boşluk

İçeriden gürültülü müziklerin geldiği bir uzak doğu barının önünde bana, "kusura bakma ama sana bir şey diyeceğim" dedi. Etrafta sigara içen kalabalıkta olan gözlerimi ona yöneltip, katılmadığım üç kişilik muhabbetimize döndüm.
Beni kırmaktan tedirgindi. Ellerinin hareketlerinden ve özenle seçtiği kelimelerden hissettim.
"Lütfen beni yanlış anlama" dedi "Ama sen burada değilsin".
"Neredeyim peki" diye sordum.
"Başka bir yerdesin" dedi. Onunla muhabbet eden arkadaşımız da onayladı.
"Bu şu anda gözlemlediğin bir durum mu yoksa genel olarak mı böyle düşünüyorsun" diye sordum.
"Şu anda" dedi ama genel bir durumu kastettiğini iki kelimenin uzatmalı vurgusundan anladım.
Bana söylemek istedikleri vardı ama söyleyemiyordu.
"Açık konuşabilirsin benimle, yanlış anlamam" dedim.
Biraz rahatlar gibi "Sanki içinde büyük bir boşluk var ve onu bir türlü dolduramadığını hissediyorum" dedi.
Onun söylediklerine karşı baştan kendimi kapatmak için kollarımı göğsümde kavuşturduğumu fark ettim. Karşımda duran bu narin kadını onaylamıyormuş gözükmemek için hemen indirdim. Bir yandan tespitini birbirimizi tanıdığımız bu kadar kısa zamanda yapmasına şaşırıyor, bir yandan beni anlamaya başladığını hissediyordum.
"Evet" dedim "ama bu boşluk şu anda değil, genel olarak bir boşluk ve dolduramıyorum bir türlü."
"Seni çok iyi anlıyorum, ben de yaşadım" dedi, "dolduramazsın." "Peki" dedi "doldurmana yardımcı olacak, seni tekrar hayata katacak insanlar yok mu çevrende" diye sordu.
"Pek yok" dedim. "Bir Zilli var işte, onu da tanıyorsun. Birkaç kız arkadaş, onlarla da sınırlı ve seviyelidir. Mesela ağlamak için başını birinin omzuna koymak istersin ya da sevincini paylaşmak istersin ya, işte öyle biri yok" dedim.
"Ya kusura bakma ama sen bunca sene ne yaptın" dedi.
Böyle bir soru beklemiyordum. "Bir şey yapmadım. Bazı insanlar beni istemedi, bazılarını ben istemedim. Bir biz kaldık işte. Başka kimse yok" dedim.
"Hissediyorum" dedi "aklında biri var ve ona gitmek istiyorsun."
Gülümsedim, ne diyeceğimi bilemedim.
Devam etti "Eğer o ise o boşluğu dolduracak kişi, mutlaka gitmelisin"
Cevap vermedim.
Tedirginliği geçmiş, kırılmayayım diye beni yakından tanımadığını söylemekten vazgeçmiş, beni ne kadar iyi anladığını birkaç kez daha yenilemişti.
Kendimi ona biraz daha yakın hissettim.
Sabahın üçünde, ısrarla kahve içmeye çağırdığı ve gitmediğimiz evinde, başımı dizlerinin üzerine koyup saçlarımı okşamasını istedim. Ve, barın önünde herkese "ağlarsın belki abla/abi" diye mendil satmaya çalışan çocuktan, "ağlamıyorum artık ama alayım bir tane" diye aldığım mendillerle gözyaşlarımı silmesini istedim.

öze dönüş

Hani böyle yeni sevgilinle ya da yeni tanıştığın biriyle buluşacaksındır da, kendine her zamankinden fazla özen gösterirsin, hazırlanırsın, elbiselerini ütülersin, makyajını ve saçlarını yaparsın, hatta kuaföre gitmeyi bile düşünürsün, ojelerini sürersin, takılarını takar, parfümlerini sıkarsın ya... İşte kuğu gibi bir hatuna döndüğün bu süreçten hemen önce; pijamalar göbeğinin üzerine kadar çekilmiş ve bir akşam önceden lekelediğin bluzun üstündedir. Aynada gördüğün dağınık saçların, çapaklı yüzün hiç hoşuna gitmez. Ve o an aklına, seviştikten sonraki gün de aynı halde olma ve yeni aşık olduğun adamın seni kuğu gibi değil de işte bu halde görme ihtimali gelir. Belki de o yüzden sevgilinin üzerine büyük gelen gömleklerine ya da eşofmanlarına girip kendini kamufle etmek istersin. Derim ki, evlilik çıplak bir şey olsa gerek. Artık giyemediğin onun gömlek ve eşofmanlarıyla kendini saklayamaz hale gelir ve pijamanın altını göğüslerine kadar çektiğin bir kadın oluverirsin. Özüne dönersin...

14 Mayıs 2010 Cuma

yardım

Blogum çok okunmuyor biliyorum. Ama okuyan eden arkadaşlar bana yardımcı olursa gerçekten ve gerçekten çok mutlu olurum.

Yazmıştım, anket girdilerim bir türlü gelmedi diye ve hala gelmedi. Ve benim de aklıma anketleri tekrar yapmak geldi. Ben de bu kez soruları web ortamına girdim. Aşağıda linki bulabilirsiniz. Facebook'taki arkadaşlarınızla mesaj olarak ya da profilinizde link olarak ya da blogunuzda bu linki paylaşırsanız çok ama çok sevinirim. Sorular Facebook ve Blogger gibi sosyal ağları kullanımla ilgili

Çok zor durumdayım noluuurrr yardımm :(((

http://qtrial.qualtrics.com/SE?SID=SV_beguXhb8JCLsdVy&SVID=

13 Mayıs 2010 Perşembe

Hallederiz abi!!

Hallederiz, yaparız ederiz, yetiştiririz, sorun olmaz diyenlerden hep korkarım. Bana göre bunun tercümesi müsait olduğumda bakarım, istemezsem ilgilenmem, belki yaparım'dır. Ben her zaman hesaplı kitaplı, neyi ne zaman yapacağımı bildiğim için, bugün bitiririm, birkaç saate hazır olur, haftaya ancak yapabilirim derim. Öyle de yaparım.

Grup çalışmalarını hiç sevmem. Mutlaka işi savsaklayan birileri vardır ve işler diğerlerinin üzerine yıkılır ya da iş gecikir. O yüzden bireysel çalışmayı, kendim halletmeyi severim. Titiz çalışırım.

Bunları tecrübe ettim şimdiye kadar etmesine de, demek ki yeterince edememişim diyorum. Çünkü son bir aydır tezimle ilgili aksayan topallayan kısım tamamen başkasından kaynaklanıyor.
Tez çalışmamım anket kısmını danışman hocam birlikte yapmamızı önerdi. Kendilerinin de bir araştırma konusu olduğunu ve benimkine çok yakın olduğunu söyledi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı, anketi spss e girmek için asistanlarından yardım alacaklarından dolayı benim giriş yapmama gerek yoktu, elime girdiler verilecekti sadece. Bu durum prensiplerime tamamıyla ters olsa da çok sevdiğim tez danışmanımı kırmamak için kabul ettim. Anketler yapılana kadar aksaklıklar başladı. Neredeyse iki hafta önce girilmesi gereken anketler hala girilmedi. Üstelik istediğim şekli ve grubu defalarca asistana söylememe rağmen he öyle miydi diye tekrar tekrar sorularla karşılaştım. Sanki hiç konuşmamış ve hiç anlaşmamışız gibi. Dinlemeyen insanlardan da korkarım. Bir de üstüne üstlük sen bana trip yapıyorsun gibi tuhaf tavırlarla da karşılaştım.

Her gün gereksiz yere okula gidip orada burada oturup, asistanın ve tez danışmanımın kapısından ayrılmayarak hiçbir şey elde edemedim. Göya bu sabah 10 da alıcaktım ama hala ortada bir şey yok. Asistanı telefonla taciz etmeye başladım ama telefonlarıma çıkmıyor. Mesaj attım, bu akşam istiyorum çalışacağım diye, ses seda yok. Artık sabrım yavaş yavaş taşıyor. Yarın tekrar okula gitmeyi, milletin kapısını aşındırmayı istemiyorum. Şimdi şu anda hemen dosyayı mailimde görmek istiyorum, ama mailbox ım boş!!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Gençlik Günlerinde Aşk

Ne çok yazmak istedim O'nu. Bir gereği yok aslında anlatmamın. Bir şey de olmadı, yeni, hayatlarımızda. Öyle durup dururken, bazen, O'nu düşünebiliyorum, hatırlıyorum, hüzünleniyorum, neşeleniyorum... Belki de sadece kaydetmeyi istiyorum.

Onu ilk kez sınıfta gördüm. Benden yedi yaş büyüktü. Derslerini hep büyük bir heyecanla işlerdi, öğretmeyi seviyordu. Sınıfta çok hareketliydi. Sanki zıplıyormuş hissi verirdi. Sesi hep yüksekten çıkardı. Gençti ve çok güzeldi. Arkadan topladığı uzun sarı saçları, top sakalı vardı. Alt dudağının hemen altındaki ince sakal kümesiyle oynamayı severdi. İki parmağının arasına alır, sivriltir, üst dudağına götürür, dişleriyle kemirir, ıslatırdı. Bazen elleri belinde, arada saçlarını elleriyle arkaya atardı.

Gençtim, güzeldim, heyecanlıydım ve bu adamı mutlaka tavlamalıydım. Kısa teneffüslerdeki sohbetlerimizde ortak noktamızı keşfettim, üzerine gittim. Fazla uzun sürmedi, benimleydi, yakınımdaydı. Ama bana çok uzaktı. Birlikte miydik, değil miydik hiç bilmiyorum. Belki birlikteydik, belki de hiç olmamıştık.

Ona hayran olan kız öğrencileri hisseder, kıskanırdım. Bilirdim herhangi birine her an kaptırabilirdi gönlünü. Ben de aynı diğerleri gibi, ona hayran bir genç öğrenciydim.

Bir gün büyük bir heyecanla ona sürpriz yapmaya gitmiştim, randevum var diyip beni geri çevirmişti. Yaşadığım hayal kırıklığını, İstiklal'de yürürken girdiğim mağazadan bir kupa alarak atmaya çalışmıştım. Kupayı hala saklarım. İç yüzeyindeki çatlamış ve belirginleşmiş hatlar ne kadar eski bir anı olduğunu hatırlatır bana.

Beni arada arardı. Senede bir iki, bazen birkaç senede bir. Bazen hiç. Ne zaman ben arasam o öğretmen tavrından taviz vermez, yine genç öğrencisi yapardı beni. O beni aradığı zaman ise başka bir insan olurdu. Severdi beni, bilirdim. Uzaktan da olsa severdi. Onun için özel bir arkadaş olduğuma inanırdım.

Bir gün yine beni aradı. Gittim. Çok mutsuz ve üzgündü. Teselli ettim onu. Günlerce. Kulağıma fısıldadı, aşığım sana diye. Yok demiştim olamazsın. Sen bana aşık olamazsın. Ben hep öğrencin kalacağım senin. İnanmak istemiştim çok, ama inandırıcı gelmemişti... Bir akşam, birlikte olmamızı ister misin diye sordu. Öyle sarhoştu ki, ertesi gün hatırlamayacağını bilerek, sen bilirsin, senin kararın, ne karar verirsen ver yanındayım demiştim... O günlerde çok gülmüştüm, çok eğlenmiştim, hüzünlenmiştim, ona yıllar sonra yeniden aşık olmuştum. Onun ilk kez bana gerçekten aşık olduğunu hissetmiştim. Bir umut doğmuştu, belki bu kez birlikte olabiliriz gerçekten diye. Olmayacağını anladığımda günlerce ağlamış, kendime gelememiştim. Sözüme sadık kalamayarak küsmüştüm bu kez. Sevgilisi olmamı istemiyordu, çünkü beni kaybetmeyi istemiyordu.

Bir gün evlenme kararını bildirdiğinde, bir arkadaş grubumuzlaydık. Kalbime bir şey saplanmıştı. Herkesin içinde kırgınlığımı gizlemeyi başararak tebrik etmiştim onu. Eşiyle arkadaş oldum, onunla arkadaş olmayı öğrendim, evlerine gittim, dostlarıyla tanıştım. Ve böyle sürdü gitti. Bir kez daha düğününe gittim, tekrar evlendiğine şahit oldum. Hatta düğününde çocuk gibi parmak kaldırıp "Dördüm!" diye bağırarak kendimce komik bir espri yapmak istemiştim, tabi ki yapmadım. Artık büyümüştüm, aşık değildim ve kırgın da değildim.

Bana bir gün tuhaf bir anlama yeteneğin var senin dedi. Kendimi anlama ve dünyayı anlamamı kastetti sanırım. Belki de onu anlamamı... Güzel bir kadın olduğumu söylemesinden çok, en çok bunu söylemesi hoşuma gitmişti. Tuhaf bir anlama yeteneği... İşte bu demiştim, dünya üzerinde kimse onun beni anladığı kadar iyi anlayamaz, kimse cümlelerimi onun kadar iyi tamamlayamaz.

Ve herhalde yaşamım boyunca aynı şeye bakıp da aynı şeyi düşündüğüm bir insan olmamıştır ve belki de olmayacaktır. Derin bir suskunlukla izlediğimiz İstanbul Boğazının kıyısında, ikimiz de aynı anda içimizden, keşke yunuslar geçse diye geçirmiştik. Bu yüzden İstanbul Boğazından geçen yunuslar mutluluk verir bana.

Bir gün bana, ilk görüştüğümüz zamanlarda bir barda, ona sarılarak "seni hep bekleyeceğim" dediğimi hatırlattı. Ben unutmuştum... Onun tahtaya ismini yazarak tanıştığımızdan bu yana 13 sene geçti. Bekledim mi bekler miyim bilmiyorum... Ama merak ederim. Acaba Marquez'in Kolera Günlerinde Aşk kitabındaki gibi yarım yüzyıllık ırak aşktan sonra ilk kez bir gemi kamarasında biraraya gelen iki yaşlı genç gibi, kırk yıl sonra yeniden sevişir miyiz?



Bu yazdıklarım, olaylar ve kişiler gerçek olmayabilir, ama olabilir de... Olay örgüsü karışık da olabilir, sıralı da. Yorum yapma hakkınız bakidir ama sorgulama hakkınız yoktur. Okuduktan sonra beyninizden imha etmeniz tavsiye edilir.

Şikayetiniz nedir?

Tam tamına 10.25 idi randevum. İki hafta öncesinden randevu defterine kaydedilmiş onlarca ismin arasında sadece bir isimim. Ben de bu kayda sadık kalarak tam vaktinde gittim. Ama kayıt masasındaki kadın, doktor hanımın hastanede işi varmış, geç gelecekmiş dedi, işiniz yoksa bekleyin dedi, bugün mutlaka hastalarına bakacak dedi. Hasta? Evet sadece bir hastayım ben. Kayıtlı randevulu bir hasta. Peki dedim okulda işim var, sonra uğrarım.

Sonra gittim. Eskiden öğrenci olmak yetiyordu muayene olmak için. Şimdi sistem değişmiş, sigortalı mısın, ananın babanın sigortasından mı faydalanıyorsun mutlaka soruyorlar, mutlaka bir yere kayıtlı olmak gerekiyor. Benim ise hiçbir şeyim yok. Anamın sigortasından ayrılalı kaç yıl olmuş, işim yok sigortam yok. Güç bela derdimi anlattım, bir protokol numarası aldım. Protokol numarası? Evet bir numarayım şimdi. Bu numaraya göre sıramı bekliycem.

Tepesinde meşgul yazan ve kırmızı ışıklı tabelanın olduğu kapının önüne geldim. İçeride biri var, ışık kırmızı. Ne zaman yeşile döner ve giriniz der bilinmez. Sıra filan yok, gelen bekliyor. Herkes birbirine bakıyor, kim kimden sonraydı diye tedirgin tedirgin. Bir 45 dakika bekledikten sonra hiç yeşile dönmeye fırsatı bırakmadan bir sürü insan girdi çıktı ve sıra bana geldi.

Ve içeri girdim. Ve yine hayal kırıklığı: Aynı kadın. Peruklu, meymenet suratlı. Allahım dedim bunu hak edecek ne yaptım, neden bana bu işkenceyi çektiriyorsun. Dedim kendi kendime, yok bu sefer insan gibi davran derdini anlat, psikologa sevkini sağla ve sinirlenme.

Evet dedi şikayetiniz nedir?
Şikayet! Evet, şikayeti olan bir kişiyim şimdi. Bir şikayetim var ve buraya şikayetimi anlatmaya geldim!!
Başladım anlatmaya, yine kendime binlerce kez söz vermeme rağmen gözlerimden yaşlar süzüldü. Engel olmaya çalıştım, olamadım.
Dedi hiç kendinize zarar vermeyi düşündünüz mü? Aşırı alkol alarak, kendinizi kesmeye çalışarak gibi.
Kendimi kesmek?!!! Hayır dedim.
Hiç ölmeyi düşünüyor musunuz?
Hayır dedim. Hiç düşünmem öyle şeyler.
Böyle değişken duygularınız mı var hep?
Evet dedim, genelde öyle.
Dedi sizde bir adet depresyon var.
Allahım nur topu gibi bir depresyonum oldu. Miss gibi kokuyor, öpüp okşamak istiyorum! Depresyonda olduğumu anlamak için herhangi bir insanın doktor olmasına gerek yok bence, her şey ortada zaten.
Sordu ilaç kullanmayı düşünür müsünüz?
Yok dedim ilaç kullanmam. Ben derdimi çözmek istiyorum.
Dedi psikologlar size yardımcı olamaz ama.
Tüm bu kısır diyalogumuzu geçtim, işte burada dumura uğradım!??!!! Keşke dedim keşke anlatmasaydım. Çünkü herkese aynı soruları soruyor, ilaç yazıyor ve hiçbir yere varmıyor, öyle bir derdi de yok zaten.
Ne demek istiyorsunuz diye sordum.
Biz psikoanaliz yapmıyoruz, o kadar vaktimiz yok, davranışçı bir yaklaşım izliyoruz. Ne bok diyor anlamadım.
Siz en iyisi psikolog şuna gidin, ondan randevu alın diyerek sevkimi yaptı.

Şu psikolog, kapısı nerdeydi onun, ama orada başkasının ismi yazıyor gibi bir sürü gereksiz soruyla kadının git başımdan dercesine çok kısa anlık bir iç geçirdiğini gördükten sonra ağlak gözlüklerimi güneş gözlüğümün ardında gizleyerek olay mahallini aceleyle terk ettim.

7 Mayıs 2010 Cuma

Ah anam tuhaf anam

Toz beziyle yerleri siler, mutfak beziyle toz alır. Kavanoz vs. kapaklarını hiçbir zaman kapamayı beceremez, evdeki tüm kapaklar yarımdır. Ebru'ya Burcu, Fuat'a Tahsin, Hakan Şükür'e Şükrü deme potansiyeline sahiptir. Reçelleri ya çok sulu olur ya da kısa zamanda şekerlenir. Her zaman dağınıktır. Toplanma işlemi başladığında daha da fazla dağılır ve toparlanması bir hafta bazen bir ay sürer ve tekrar süreç başlar. En küçük kızı, arkadaşları ziyarete geldiğinde, size bir tabak hazırliyim dediğini ve masaya kesilmemiş domates ve salatalıklar getirdiğini, okulda sandviçinin içinden mayonez yerine kalıp kalıp tereyağı çıktığını gülmekten yarılarak anlatır. Bulaşık makinesiyle arası pek iyi değildir, elde yıkama konusunda da çok başarılı değildir. Pek estetik sahibi olmamıştır, kendine göre bir zevki illa ki vardır. Gençken kesinlikle çok güzel olmuştur, ilk çocuğunu doğurduğunda bile inceliğini korumuştur. Çocukları bir Anneler Gününde kendisine beyaz altın bilezik hediye ettiğinde onun altın olduğunu anlamamış, kuru kuru teşekkür etmiş, onun altın olduğu söylendiğinde de ay niye sarı altın almadınız diyerek heyecanlanmıştır. Evlatlığını çocuklarından çok sever görünür, ona sarıldığında ve oğlum dediğinde damat kuzen dahil evin tüm erkekleri kıskançlıktan deli olmuş, evlatlığın ayağı kaydırılmak üzere çalışmalar başlamıştır. Hiçbir zaman çay yapmayı beceremez, tüm çayları bulaşık suyu olarak da rahatlıkla kullanılabilir. Zeytinyağlı yemekleri güzeldir. Hadi sen de evlen artık, istemiyorsan boşanırsın diyerek büyük kızını büyük bir dumura uğratmıştır. Sadece birkaç haftadır tanıdığı sevgilisiyle Almanyaya göçme kararı alan küçük kızını güle oynaya mutluluktan uça uça göndermiş, aylar sonra evlenme kararlarını bildirdiklerinde ise ben zaten sizin evlenmeden aynı evde oturmanızı onaylamıyordum diyerek herkesi dumura uğratmıştır. Onun için üniversite eğitimi her şeyden ve her şeyden önemlidir, bunun pahasına hayatları mahvetmek makbuldür. Şehir dışına çıkarken bırak anasına babasına haber vermeyi çocuklarına bile haber vermez. Acaba nerededir diye düşünüldüğünde, kesin sınav için Ankaraya gitmiştir ve bunu söylemeye utandığını söyler. Hangi ülkeleri ziyaret ettiğini de söylemez, alır başını gider. Gençliğindeki inter rail benzeri macerasından sonra ilk kez 55 yaşında yurt dışına çıkmış, bir çalışma kampına gitmiş ve Türkiye'nin en yaşlı gönüllü kampçısı olma unvanını kazanmıştır. Hayatının yarısını İngilizceye adamış, ama ne yazık ki tam anlamıyla öğrenememiştir. Uluslararası bir kongrede sunum yaparken ingilizce sorulan soruları cevapsız bırakmıştır, büyük kızının en çok buna içi cız eder. Çocuklarının onun derslerine girmişliği pek yoktur ama hocalığı iyidir. Rüyalarında sürekli bir saldırı ile karşı karşıyadır, ya kendisine taş atılır ya camdan biri içeri giriyordur. Çocuklarının giysilerini giymeye, takılarını ve eşarplarını takmaya bayılır. Evin girişinde aceleden çıkarılmış ve kenara atılmış çoraplara bir süre sonra rahatlıkla alışılır. Gezmeye, tozmaya, sosyal hayata bayılır. En yoğun zamanlarında bile mutlaka bir yere gezmeye gidiyordur. Bilgisayarda dosya kaydetmek ne zor bir iştir, her seferinde "farklı kaydeder", aynı adla bir sürü dosya olur. Çok kısa zamanda hızlı yemek yapma ve sofra kurma potansiyeline sahiptir. En sevdiği şey televizyonun karşısında uyuklamaktır. Yüksek lisans tezini, ilk çocuğunun doğumunda hastanede teslim etmiştir. Yemez yedirir. Pek sevgi göstermez, uzaktan sever. Kızlarının erkek arkadaşlarının hiç ismi yoktur, hepsi "o çocuk"tur. Modemi fazla elektrik gitmesin diye kapatır, İnterneti kapattığının farkında bile değildir. Elleri çok güzeldir, belki de yaşlanmayan tek yeridir. Okulda çalışması yetmez, akşam eve gelince de yatıncaya kadar çalışır. Evde tek kişi de olsa çok kişi de olsa hep bir tencere yemek yapar, genelde yemekler kalır, biri bitmeden ötekini yapmaktan hiç vazgeçmemiştir. Yemek yemeyi çok sever. Hayalleri nedir bilinmez, hiç ifade etmemiştir. Eksikliği en çok yokluğunda hissedilir.

Anasına bak kızını al durumu bu ailede kesinlikle geçerli değildir.

6 Mayıs 2010 Perşembe

istiyorum...

Süprizler istiyorum. Böyle bir telefon gelsin ve hayatımdaki her şey bir anda değişsin istiyorum. Ya da bir mail alayım. Ya da eski biriyle karşılaşayım. Ya da bir gün uyanayım ve başka bir gün olsun o istiyorum. Başkalarının hayatını bile yaşamak isteyebiliyorum. Bu tuhaf psikolojim de bir an önce değişsin istiyorum.

Tatile ihtiyacım var sanırım. Kararımı bozup, yine yalnız başıma çıkayım. Kendimle olayım, kendime yeni keşifler yapayım. Sıkılırsam da sıkılayım ama bir an önce şu şehirden uzaklaşayım. Evet kaçayım ve döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi olmasın.

4 Mayıs 2010 Salı

Psi psi psi...

Sıkıntıdayım ya bir süredir, o yüzden içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Konsantrasyon bozukluğu, durup durup düşüncelere dalıp ağlamalar, kendime acımalar, neden yaptım böyleler vs. tam gaz depresif gidiyorum. Sıkıntıdan yanağımda koskocam bir uçuk çıktı. Birilerine anlatmalar, her kafadan bir sesin çıkması, psikolog olan arkadaşım, psikolog tez hocam ve psikolog kardeşim vs. derken yok bu böyle olmıycak dedim.

İki hafta önce tamam dedim bir psikologa gitme vakti geldi, ama gidip randevu almam iki hafta sürdü. Ve dün üninin sağlık merkezine gidip psikiyatristen randevu aldım. Öyle özel psikolog filan olmuyo, iş güç yok, bütçe yok. Ama burada hemen psikolog randevusu vermiyolar, önce bir psikiyatriste gidip muayene oluyorsunuz. Sonra sizi psikologa sevk ediyor.

Ben bu kadına daha önce de görünmüştüm, kafasında tuhaf bir peruk olan sevimsiz, "ee ne sorunun var bakim" diye konuşmaya giren dallamanın tekiydi. Hemen "sizinle konuşmak istemiyorum" diyip psikologa sevkimi sağlamıştım. Gittiğim psikolog kadın da dallamanın tekiydi. Bir iki gittim baktım, "hayat ne güzel, niye bunları dert ediyosun ki" gibi konuşmalar yaparak içimi baymıştı ki daha fazla gitmedim. Benim zaten hayatla ilgili bir derdim yok, yaşamayı çok seviyorum, kendimle barışığım vs. O zamanlar psikolog adayı kardeşim de, terapiyi reddettiğin için psikologunu beğenmiyorsun gibi bir çıkarımda bulunmuştu. Olabilir tabi.
İki haftadır ha gittim ha gidicem diye sürünmemin sebebi de, şimdi bu psikolog benim ne işime yarayacak, karar vermemi nasıl sağlıycak, derdime ne çare olacak vs. gibi, terapiyi reddeden annemin (psikolog anası anam) yaptığı gibi tehlikeli düşüncelere dalmamdı. Ama sonunda tek başıma omuzlarıma yüklediğim yükü taşıyamayacağıma karar verdim.

Şimdi malum önce psikiyatrist muayenesi, sonra psikolog randevusu filan aradan haftalar geçer, ama benim acilen rahatlamaya ihtiyacım var diye, kendimi çok sevdiğim bir dostumun kapısında buldum. Kendisinin düşünce biçimine, olayları tahliline çok güvenirim. Ve bir rahatladım bir rahatladım. Yani psikologla aylar sürecek olan kendini geçmişini vs. anlatma süreçlerini geçerek, beni çok iyi tanıyan birinin analizi beni çok rahatlattı. Şimdiye kadar hiç aklıma gelmeyen şeyleri hemen önüme koydu ve şırınga ile beynime enjekte etti.

Tabi ki vazgeçmiş değilim, profesyonel desteğe hazırım ama dost gibisi yok bea.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Bodrum dönüşü

Gittim Bodrum'a gitmesine de hiç öyle güzel bir tatil olmadı. Sanırım uzun süredir hasta olduğum için (bu kafamdaki kanallar filan tıkalı olduğu için, ya ne denir işte nezle olursunuz tıkanır ya ondan işte) ve 8 aydır filan hiç dalış yapmadığım için bayağı sorun yaşadım.

Normalde ilk dalışa başlarken kulaklarımı, özellikle sol kulağımı zor açarım. Hatta sağ kulağımı valsalva manevrasıyla (burnu tıkayıp kulaklara hava göndererek), sol kulağımı da yutkunarak açarım. İlk beş dakika filan kulaklarımı açmakla geçer. Ama bu kez 10-15 dakika filan sürdü. Grupları sürekli beklettim. Hatta bir dalışta beni lider yaptılar, herkes beni bekledi kulaklarımı açayım diye. Lider olduğum dalışta dalış noktasını bulamadım. Grupta üç eğitmen var, onlara hizaya gir şunu yap bunu yap demeye tırstım (ki lider kimse dalıcılar eğitmen de olsa herkes ona uymak zorunda, ama liderlik yapamadım işte) :(( Böyle kötü dalışlar oldu. Bir şey göremedik. Sadece bir dalışta Küçük Reef diye bir yer var, sürüyle balık, baraküdalar, lahoslar, orfozlar, orası bir tek çok güzeldi. Su tahmin ettiğim gibi soğuk değildi. 19 derece filandı, iyiydi yani. Dışarısı da güneş olunca pek sorun çıkmadı, üşümedik. Pazar günü hava biraz bozdu. Bir de bir dalışta ilk kez bir kaza yaşadık, neyse ki sorunsuz atlattık ama gerçekten çok üzüldük.

Sonra başka başka keyifsiz şeyler de oldu da, şimdi beni tanıyanlar, burayı okuyanlar, benden haberdar olanlar var, o yüzden her ne kadar takma isim kullansam da her şeyi yazamıyorum. :((( Bu yüzden mutsuzum aslında. Sanırım yakında tamamen sahte bir isimle blog açıcam. Yok bu ben değilim, gerçek değilim. Yalnış kişiyi tanıyorsunuz, yanlış biliyorsunuz. Off ya sıkıntıdayım :(((

21 Nisan 2010 Çarşamba

Bodrum çağırıyor beni

Böyle bir gezesim gidesim dolaşasım var. Yok yetmedi bana İspanya, Lizbon, Almanya, Amsterdam. Daha doğrusu yetti Orta Avrupa da, şimdi bir Orta Doğu'ya gidesim var. Lübnan, İran, Suriye, hatta Fas... Ya da bir İtalya turu yapasım, güney kentlerinde dolanasım, oradan Hırvatistan'a geçesim var. Yalnız gezme defterini kapattığım için bunları yalnız yapmayasım var. Bir arkadaş, bir sevgili, kardeş...

Yaz da geliyor şimdi. Bir kıyı kasabasında ayaklarımı denize sarkıtıp yüzümü güneşe dönesim var. Akşam sahilde oturup bira içesim, ateş yakasım, yıldızları sayasım, sarhoş olasım var. Rüzgarda uçuşan eteğimle, açılasım saçılasım, sahilde sevişesim koklaşasım var. Sonra artık şu fotoğraf işini öğrenesim, anıları, yazları güzel karelere dökesim var. Bozburun'a, Datça'ya, Kaş'a gidesim var.

Aslında şikayet etmeye pek de hakkım yok. 23 Nisan dolayısıyla Bodrum'a gidiyoruz. Dalışa tabi ki. Üç gün keyif yapıcam. Ama tabi bu nereye kadar gider bilinmez. Hem çalışma, hem tatil yapmak iste. Ya şöyle gittiğin yerde yapacağım bir iş olsa mesela hiç fena olmaz hani. Kucağımda laptop sarkıtırım ayağımı denize, ne var yani. Çok mu şey istiyorum :(((

20 Nisan 2010 Salı

80im ben 80!!

Teyzemdeyken kaç zamandır çıkmadığım tartının üzerine çıkıp 80'e yaklaştığımı görünce dehşete düşmüş ve istanbula döndüğümde her gün sahilde koşuya ve yürüyüşe çıkmak üzere kendimi programlamıştım. Bu 80'e yakın rakam yalnız 76-77 filan değil. 79,6. Bildiğimiz 80!!

İlk kez hayatımda bu kiloya yaklaştım. Üniversitede ne güzel yediğim her şeyi ama her şeyi, öğlen yenen yarım ekmekler dahil eritiyordum, ve 60, 62 filandım. Üniversite üçüncü sınıfta THY'ye hostes olarak alındığımda, üniforma verecekleri odaya gittim. Orada tekrar bir ölçüm yaptılar ve biz sana pantalon veremeyiz, etekle idare etmek zorundasın dediler. Yoksa tam tersini mi demişlerdi hatırlamıyorum. İki kilo daha verirsen diğerini de alırsın dediler. İşte o dönem günde 2.5 -3 litre su içmeler - su zehirlenmesi diye birşeyden haberim yok tabi-, minicik yemeler filan gerçekten başarmış vermiştim. Hem pantalon hem eteğin içine miss gibi de girmiş, bir sene boyunca aman da ben hostesim diye salınmıştım.

Sonra iş hayatına başlayınca bu yemeler içmeler pek tabi arttı. Küçükken ve gençliğimde hiç tatlı, kek vs. ile aram olmazken, öğrenciyken bunlar lüks sınıfına giriyordu, para kazanmaya başlayınca ofiste beş çayları, bisküviler, kekler, bir baktım 70e dayanmışım. Artık sonra 75 olduğumda, iki sene önce spor salonuna yazıldım.

Spor salonunda da şöyle bir saçmalık var. Ölçüyorlar boyunu kilonu, heh sen 1.70sin, o zaman kilon da 60 olmalı. Ya abla yapma etme, 20 yaşımdayken 60 bile değilken, 30 umda nasıl olurum. Bir de böyle standart herkese verdikleri diyet yemek listesi veriyorlar. Akşam yemeği diye bir şey var mesala o listede ama o saatte spor da yapman gerekiyor. Spordan çıktığında akşam yemeği yersen saat 22 ye denk geliyor. Spora girmeden önce yemek yemek zaten akıl karı bir iş değil. Saçmalık ötesi yani.

Neyse ben bu spor salonunda beş kilo verip 70 e düştüm ve gayet de taş durumdaydım. Vücudumun her yeri toparlandı. Sonra üyelik bitti, para bitti, iş bitti, Almanya da 6 ay kaldım ve sonuç olarak şu anda 80e dayanmış bulunuyorum. Bir şey yediğim yok ama bu spor rutinini günde 2 saat olarak gerçekleştirmezsem vermemin imkanı yok.

Annem diyor ben de 85im, üç çocuk doğurdum. Üzülüyorum. Sevgilime market sepetine doldurduğu halleyleri geri koyduruyorum zorla. Ama sonra dondurmadan bi şey olmaz diye oturup dondurma yiyoruz. O bir oturuşta bir carte doru götürebiliyor. Bisikletimi koyacak yer bulamadığım için binemiyorum. -Almanyada sık bindiğim için yağların hepsi göbeğime toplanmış durumda bu arada.- Spor salonuna gidiyorum ayda yüz bilmem kaç lira diyor, daha cebimde kuruş yok. Birkaç kez sahilde yürüdüm ama hastayım iki haftadır bir daha gidemedim. Hafta sonu dalış var, dalış elbisemin içine girip giremeyeceğim bile şüpheli. Durum bundan ibaret. Çok üzgünüm, çok şikayetçiyim, ama yok yine de kıçımı kaldırmıyorum.