31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yolculuk başlıyor

Annem üniversite ile birlikte, üstelik çok uygun fiyata Suriye'ye gezi olduğunu söyleyince bu fırsat kaçmaz dedim ve hemen listeye kendimi eklettim.

Grupla Hatay'da buluşacağız Perşembe sabahı. Cilvegözü sınır kapısından geçiş yaparak, Halep, Hama, Humus, Şam gezeceğiz, oradan Ürdün'e geçeceğiz, dönüşte de Mardin, Gaziantep Güneydoğu Anadolu gezisi yapacağız. Ve bunların hepsi 5 gün içinde gerçekleşecek! Pazartesi İstanbul'da olacağız! Bana tabi pek inandırıcı gelmedi ama hadi neyse dedim çıktım yola.

Hatay'ı da görmek için iki gün önceden gittik. Sabiha Gökçen'den Salı akşamı uçağa bindik. Dakka bir gol bir: Annem pasaportunun ve parasının olduğu çantayı İETT otobüsünde unuttu. Neyse ki otobüs kalkmamıştı ve alabildik. Annem Hatay'da bizi birilerinin karşılayacağını söyledi ama bu konuda da şüpheliyim. Neyse dedik karşılamazsa kimse, gider öğretmenevinde kalırız.

İndik uçaktan, bir telefon trafiği oldu. Bizi kapıda bekliyorlarmış. Annemin okuldan arkadaşının bir ahbabı. Eşiyle birlikte bizi karşıladı, Harbiye denen bir yere yemeğe götürdüler. Oranın yerlileri, çok kibarlar. Adam eski bir görevli. Adamın hayatı çok ilgimi çekti, kitap yazsam mı bile diye düşündüm. (Burada deşifre edemiycem, anlayan anlar) Hepsi büyük 10 çocukları var. Bizi iki gün öyle güzel ağırladılar ki, ağzım açık kaldı. İnanılmaz misafirperverler, çok hoş sohbetler. Antakya'nın truistik mekanlarını gezdirdiler, sürekli bir ikram. İnanılmaz zengin kahvaltı sofraları. Suriye'de de olan baharat zahter'i burada öğrendim. Kahvaltıda ekmeği zeytinyağına sonra bu zahtere batırıyorsun. İnanılmaz bir lezzet. Humus yedik tabi ki. Değişik Hatay peynirleri ayrıca. Ve yanında Lübnan ve Hatay pide ekmekleriyle. Hayatımda ilk kez limon kabuğu yedim, inanılmaz lezzetliydi. Limonun sarı kısmını soyuyorsunuz, altında meyve kısmına kadar olan beyaz kısmı da soyup afiyetle yiyorsunuz. Nasıl şekerli, nasıl güzel!

Çarşamba akşamı tura katılacak diğer hocalar geldi. Ben hala Perşembe günü yola çıkacağımıza şüpheliyim. Perşembe sabah böyle yayıla yayıla otururken, telefon geldi, grup gelmiş, hadi gidiyoruz dediler. Eşyalarımı toplamamışım daha. Hemen hazırlandım, 5 dakika içinde yola çıktı.

Yola çıkmadan önce, bizi misafir eden adam sarraf getirdi otobüse. Türk liralarını Suriye surilerine dönüştürdük. Grubun yarısı gelmemişti. Öğrencilerin bir kısmı pasaport alamamış. Dolayısıyla sayı düşünce masrafların da artacağını ve Güneydoğu Anadolu gezisinin muhtemelen iptal olacağını öğrendik.

Reyhanlı'dan çıkarak bir saat içinde sınır kapısına vardık. Pullarımızı aldık, pasaportlarımızı damgalattık. Tampon bölgeden geçerek Suriye kapısına ulaştık. Hafta sonu olmadığı için çok kalabalık değil, hafta sonu daha kalabalık olurmuş. Yine de bir saatten fazla bekledik. Hepimizin parmak izini aldılar. Verdiler pasaportları, çıktık yola. Bir saat kadar sonra Halepteyiz.

(Annem bu arada beni deli etme sinyalleri vermeye başladı. Çantasını unutmasının yanında en bombası Sabiha Gökçen'de "Aaa şimdiye kadar hiç fark etmemiştim, bak uçağın kanatları yok" dedi. Gülmekten yarıldım. Nasıl bakıyorsa artık uçağa, kanatları görmüyor. :))))

30 Mayıs 2010 Pazar

yok

Öyle heyecanlıyım ki. Gelicem, inicem havalimanına ve sevgilim beni karşılayacak.
Uzaktayken daha bir yokluğunu hissettim. Onsuz kolum kanadım kırık gibiydi. Yanımda olsa dedim. O buraları severdi dedim. Yoktu, ama olsun. Gelicem, inicem uçaktan ve onu görücem ya olsun. Beni yemeğe götürür, ona heyecanla anılarımı anlatırım. Sonra akşam sarılır uyurum dedim.
İndim. Körüğe ayak basar basmaz telefonumu açıp aradım, geldim diye.
"Mesajımı almadın mı?"
"Ne mesajı? Yeni indim ben"
"Ben yemek sözü vermiştim, saati uyduramadım, sana gelemiyorum"
Gözlerim dolmaya başladı. "Peki" dedim, ağladım. "Çok kırıldım" dedim.
"Sen de gel" dedi, "bu daha da ayıp" dedim.
"14 saattir yoldayım" dedim.
"Peki" dedi, "akşam dönerken sana geliyim, kendimi affettireyim" dedi.
"İyi" dedim ağlamaklı.
Saat 23'ü geçiyor. Günlerdir yoldayım. Yorgunum. Gözlerim kapanıyor. Yine de arar belki diye telefonumu kapatmıyorum.
Biliyorum beni incitmek için yapıyor. Umurunda değilim artık. Gözlerim doluyor sürekli, ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Ya da tutmuyorum, ağlıyorum. Ama yine de umduğumdan az geliyor gözyaşlarım.
Yanağımda stresten çıkmış uçuğun izi hayat boyu kalacak, hiçbir zaman silinmeyecek. Kalp yarası iyileşir mi merak ediyorum.
Saat 23.12. Yok.

23 Mayıs 2010 Pazar

aman oğlum

Anaların erkek çocuk takıntısına anlam veremiyorum bir türlü. Aman oğlum, canım oğlum, aslan oğlum, fenalık geliyor içime.

Anamın erkek kardeşime tolerans sınırsızlığı tahammül sınırlarımı zorluyor. Sürekli her şeyine karışıyor, gömleğini yıkıyım, pantolununu ütüliyim, karnın acıktı mı. İçime fenalık geliyor. Benim odama hayatta girmiyor, onun odasından çıkmıyor. Eşyalarını karıştırıyor, bilgisayarındaki dosyaları değiştiriyor, masaüstünü temizliyor. Daha bir gün bile daha bana şunu ye, gömleğini ütüle, paran var mı demedi.

Oğlan her gün eve sabah akşam kız arkadaşını getiriyor, gıkı çıkmıyor. Dedim anama, ben de getirecem bundan sonra erkek arkadaşımı. Oh yiyişiyim içerlerde, hiç bi bok da diyeme! Dedim ne biçim adalet bu!

Oğlan da büyüdüm, adam oldum, karışma bana derdinde, ama gel de anama anlat bunu.

Ben de erkek çocuk istiyorum ama, işte buraya yazıyorum yemin billah el üstünde tutarsam! Daha bebekken yemek bile yedirmiycem, koycam önüne kendi yesin elleriyle diye. Çamaşırlarını yıkamayı, bulaşığını yıkamayı, odasını toplamayı öğreticem. Ne bu be!!! AAAAAAAAAAAA

20 Mayıs 2010 Perşembe

başlıksız

Ben nasıl bir ülkede yaşıyorum diyorum, bir kez değil nefes aldığım her gün. İşsizim, işsizlik sigortam yok. En az beş yıllık bir tecrübem var, iş bulamıyorum. Öğrenciyim hiç bi boktan yararlanamıyorum sadece ucuza seyahat ediyorum. Onun da akıbeti belli değil. Ve bugün itibarıyla öğrendim ki, sağlık hizmetlerinden de yararlanamıyorum. 25 yaşımı geçtiğim için öğrenci olsam da yararlanamıyorum. Daha önce sigortalı olduğum için anam ve babamdan da yararlanamıyorum. Ancak genel sigorta diye bir şey varmış, o da ayda 30 lira ödeniyormuş. 2000'i aşkın iş günü prim ödedim, işsiz olduğun anda hastanenin kapısından bile giremiyorum. Öliyim o zaman ben? Sizin için bir sakıncası var mı? Zaten bir partinin başına kimin geçeceğiyle, adamın tekinin pipisinin nereye girdiğiyle daha çok ilgilisiniz. Eminim ki Siirt'i çoktan unuttunuz. Umrunuzda mıyız ki biz, tecavüze uğrayanlar, maden ocağında ölenler, dev işsiz ordusu ve daha kimbilir kimler. Beni fark etmezsiniz bile.

18 Mayıs 2010 Salı

kırgın

20 günlük suskunluk bozuldu. Karşımdaki kırgın, yıkılmış ve buruk. Her şeye rağmen yine de çok iyi. Onun bu aşırı iyiliği zaten beni hasta eden, belki de. Ben, o kadar iyi değilim. Toplumca kabul görmüş iyi, güzel meziyetlerim yok. Kendi iyilerim, kendi doğrularım var. Kendime zeki, kendime güzelim. Kolay kolay kimseyle arkadaşlık kuramam.

Annem "seninle geçinmek zor, iyi düşün" dedi. Benimle uzun süre iyi geçinebilen birinin kalbini kırdım, hem de çok acıttım. Acıttığım, kırdığım için sanki ben onarmalıymışım gibi oldu. Beraber birbirimizi iyileştirmemiz gerekmez miydi? O kırgınsa ben de çok kırgın değil miyim? Yıllardır içime attığım, hep suskunluğumu koruduğum, sabır gösterdiğim için mi hatalı oldum şimdi? Ben ne olucam peki? Beni kim tamir edecek? Kim yaralarımı saracak?

Sadece şimdi değil bir ömürlük umudum kalmadı benim.

Sil baştan mı yapmalıyım? Bilemiyorum...

16 Mayıs 2010 Pazar

ergBen

Daha ne kadar böyle devam edebilirim bilmiyorum.

Sanırım hala ergen olmak istiyorum. Caddebostan sahilinde yine bira içerek akşamı etmek, çimlerin üzerine boylu boyunca uzanmak (bunun ergenlikle ne alakası var bilmiyorum, git uzan işte), akşam barlardan çıkmamak istiyorum. Sabahı etmek, sevişmek ve düşünmemek istiyorum. Zilli'nin terasında ot takılıp, anlamsız muhabbetler yapıp, olur olmaz şeylere kopmak, gülmekten yarılmak istiyorum. Her hafta, her ay yeniden aşık olmak istiyorum, ayrılınca oturup ağlamak istiyorum.

Eskiye dönüş istiyorum, gençleşmek istiyorum. Büyümek istemiyorum. Kendimin sorumluluğu yetiyor, başkalarının sorumluluğunu istemiyorum.

İşte bu yüzden belki de, sadece kutusunu gördüğüm o yüzüğü takmakla takmamak arasında gidip geliyorum.

Ya da ben sopa istiyorum!?!?

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Boşluk

İçeriden gürültülü müziklerin geldiği bir uzak doğu barının önünde bana, "kusura bakma ama sana bir şey diyeceğim" dedi. Etrafta sigara içen kalabalıkta olan gözlerimi ona yöneltip, katılmadığım üç kişilik muhabbetimize döndüm.
Beni kırmaktan tedirgindi. Ellerinin hareketlerinden ve özenle seçtiği kelimelerden hissettim.
"Lütfen beni yanlış anlama" dedi "Ama sen burada değilsin".
"Neredeyim peki" diye sordum.
"Başka bir yerdesin" dedi. Onunla muhabbet eden arkadaşımız da onayladı.
"Bu şu anda gözlemlediğin bir durum mu yoksa genel olarak mı böyle düşünüyorsun" diye sordum.
"Şu anda" dedi ama genel bir durumu kastettiğini iki kelimenin uzatmalı vurgusundan anladım.
Bana söylemek istedikleri vardı ama söyleyemiyordu.
"Açık konuşabilirsin benimle, yanlış anlamam" dedim.
Biraz rahatlar gibi "Sanki içinde büyük bir boşluk var ve onu bir türlü dolduramadığını hissediyorum" dedi.
Onun söylediklerine karşı baştan kendimi kapatmak için kollarımı göğsümde kavuşturduğumu fark ettim. Karşımda duran bu narin kadını onaylamıyormuş gözükmemek için hemen indirdim. Bir yandan tespitini birbirimizi tanıdığımız bu kadar kısa zamanda yapmasına şaşırıyor, bir yandan beni anlamaya başladığını hissediyordum.
"Evet" dedim "ama bu boşluk şu anda değil, genel olarak bir boşluk ve dolduramıyorum bir türlü."
"Seni çok iyi anlıyorum, ben de yaşadım" dedi, "dolduramazsın." "Peki" dedi "doldurmana yardımcı olacak, seni tekrar hayata katacak insanlar yok mu çevrende" diye sordu.
"Pek yok" dedim. "Bir Zilli var işte, onu da tanıyorsun. Birkaç kız arkadaş, onlarla da sınırlı ve seviyelidir. Mesela ağlamak için başını birinin omzuna koymak istersin ya da sevincini paylaşmak istersin ya, işte öyle biri yok" dedim.
"Ya kusura bakma ama sen bunca sene ne yaptın" dedi.
Böyle bir soru beklemiyordum. "Bir şey yapmadım. Bazı insanlar beni istemedi, bazılarını ben istemedim. Bir biz kaldık işte. Başka kimse yok" dedim.
"Hissediyorum" dedi "aklında biri var ve ona gitmek istiyorsun."
Gülümsedim, ne diyeceğimi bilemedim.
Devam etti "Eğer o ise o boşluğu dolduracak kişi, mutlaka gitmelisin"
Cevap vermedim.
Tedirginliği geçmiş, kırılmayayım diye beni yakından tanımadığını söylemekten vazgeçmiş, beni ne kadar iyi anladığını birkaç kez daha yenilemişti.
Kendimi ona biraz daha yakın hissettim.
Sabahın üçünde, ısrarla kahve içmeye çağırdığı ve gitmediğimiz evinde, başımı dizlerinin üzerine koyup saçlarımı okşamasını istedim. Ve, barın önünde herkese "ağlarsın belki abla/abi" diye mendil satmaya çalışan çocuktan, "ağlamıyorum artık ama alayım bir tane" diye aldığım mendillerle gözyaşlarımı silmesini istedim.

öze dönüş

Hani böyle yeni sevgilinle ya da yeni tanıştığın biriyle buluşacaksındır da, kendine her zamankinden fazla özen gösterirsin, hazırlanırsın, elbiselerini ütülersin, makyajını ve saçlarını yaparsın, hatta kuaföre gitmeyi bile düşünürsün, ojelerini sürersin, takılarını takar, parfümlerini sıkarsın ya... İşte kuğu gibi bir hatuna döndüğün bu süreçten hemen önce; pijamalar göbeğinin üzerine kadar çekilmiş ve bir akşam önceden lekelediğin bluzun üstündedir. Aynada gördüğün dağınık saçların, çapaklı yüzün hiç hoşuna gitmez. Ve o an aklına, seviştikten sonraki gün de aynı halde olma ve yeni aşık olduğun adamın seni kuğu gibi değil de işte bu halde görme ihtimali gelir. Belki de o yüzden sevgilinin üzerine büyük gelen gömleklerine ya da eşofmanlarına girip kendini kamufle etmek istersin. Derim ki, evlilik çıplak bir şey olsa gerek. Artık giyemediğin onun gömlek ve eşofmanlarıyla kendini saklayamaz hale gelir ve pijamanın altını göğüslerine kadar çektiğin bir kadın oluverirsin. Özüne dönersin...

14 Mayıs 2010 Cuma

yardım

Blogum çok okunmuyor biliyorum. Ama okuyan eden arkadaşlar bana yardımcı olursa gerçekten ve gerçekten çok mutlu olurum.

Yazmıştım, anket girdilerim bir türlü gelmedi diye ve hala gelmedi. Ve benim de aklıma anketleri tekrar yapmak geldi. Ben de bu kez soruları web ortamına girdim. Aşağıda linki bulabilirsiniz. Facebook'taki arkadaşlarınızla mesaj olarak ya da profilinizde link olarak ya da blogunuzda bu linki paylaşırsanız çok ama çok sevinirim. Sorular Facebook ve Blogger gibi sosyal ağları kullanımla ilgili

Çok zor durumdayım noluuurrr yardımm :(((

http://qtrial.qualtrics.com/SE?SID=SV_beguXhb8JCLsdVy&SVID=

13 Mayıs 2010 Perşembe

Hallederiz abi!!

Hallederiz, yaparız ederiz, yetiştiririz, sorun olmaz diyenlerden hep korkarım. Bana göre bunun tercümesi müsait olduğumda bakarım, istemezsem ilgilenmem, belki yaparım'dır. Ben her zaman hesaplı kitaplı, neyi ne zaman yapacağımı bildiğim için, bugün bitiririm, birkaç saate hazır olur, haftaya ancak yapabilirim derim. Öyle de yaparım.

Grup çalışmalarını hiç sevmem. Mutlaka işi savsaklayan birileri vardır ve işler diğerlerinin üzerine yıkılır ya da iş gecikir. O yüzden bireysel çalışmayı, kendim halletmeyi severim. Titiz çalışırım.

Bunları tecrübe ettim şimdiye kadar etmesine de, demek ki yeterince edememişim diyorum. Çünkü son bir aydır tezimle ilgili aksayan topallayan kısım tamamen başkasından kaynaklanıyor.
Tez çalışmamım anket kısmını danışman hocam birlikte yapmamızı önerdi. Kendilerinin de bir araştırma konusu olduğunu ve benimkine çok yakın olduğunu söyledi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı, anketi spss e girmek için asistanlarından yardım alacaklarından dolayı benim giriş yapmama gerek yoktu, elime girdiler verilecekti sadece. Bu durum prensiplerime tamamıyla ters olsa da çok sevdiğim tez danışmanımı kırmamak için kabul ettim. Anketler yapılana kadar aksaklıklar başladı. Neredeyse iki hafta önce girilmesi gereken anketler hala girilmedi. Üstelik istediğim şekli ve grubu defalarca asistana söylememe rağmen he öyle miydi diye tekrar tekrar sorularla karşılaştım. Sanki hiç konuşmamış ve hiç anlaşmamışız gibi. Dinlemeyen insanlardan da korkarım. Bir de üstüne üstlük sen bana trip yapıyorsun gibi tuhaf tavırlarla da karşılaştım.

Her gün gereksiz yere okula gidip orada burada oturup, asistanın ve tez danışmanımın kapısından ayrılmayarak hiçbir şey elde edemedim. Göya bu sabah 10 da alıcaktım ama hala ortada bir şey yok. Asistanı telefonla taciz etmeye başladım ama telefonlarıma çıkmıyor. Mesaj attım, bu akşam istiyorum çalışacağım diye, ses seda yok. Artık sabrım yavaş yavaş taşıyor. Yarın tekrar okula gitmeyi, milletin kapısını aşındırmayı istemiyorum. Şimdi şu anda hemen dosyayı mailimde görmek istiyorum, ama mailbox ım boş!!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Gençlik Günlerinde Aşk

Ne çok yazmak istedim O'nu. Bir gereği yok aslında anlatmamın. Bir şey de olmadı, yeni, hayatlarımızda. Öyle durup dururken, bazen, O'nu düşünebiliyorum, hatırlıyorum, hüzünleniyorum, neşeleniyorum... Belki de sadece kaydetmeyi istiyorum.

Onu ilk kez sınıfta gördüm. Benden yedi yaş büyüktü. Derslerini hep büyük bir heyecanla işlerdi, öğretmeyi seviyordu. Sınıfta çok hareketliydi. Sanki zıplıyormuş hissi verirdi. Sesi hep yüksekten çıkardı. Gençti ve çok güzeldi. Arkadan topladığı uzun sarı saçları, top sakalı vardı. Alt dudağının hemen altındaki ince sakal kümesiyle oynamayı severdi. İki parmağının arasına alır, sivriltir, üst dudağına götürür, dişleriyle kemirir, ıslatırdı. Bazen elleri belinde, arada saçlarını elleriyle arkaya atardı.

Gençtim, güzeldim, heyecanlıydım ve bu adamı mutlaka tavlamalıydım. Kısa teneffüslerdeki sohbetlerimizde ortak noktamızı keşfettim, üzerine gittim. Fazla uzun sürmedi, benimleydi, yakınımdaydı. Ama bana çok uzaktı. Birlikte miydik, değil miydik hiç bilmiyorum. Belki birlikteydik, belki de hiç olmamıştık.

Ona hayran olan kız öğrencileri hisseder, kıskanırdım. Bilirdim herhangi birine her an kaptırabilirdi gönlünü. Ben de aynı diğerleri gibi, ona hayran bir genç öğrenciydim.

Bir gün büyük bir heyecanla ona sürpriz yapmaya gitmiştim, randevum var diyip beni geri çevirmişti. Yaşadığım hayal kırıklığını, İstiklal'de yürürken girdiğim mağazadan bir kupa alarak atmaya çalışmıştım. Kupayı hala saklarım. İç yüzeyindeki çatlamış ve belirginleşmiş hatlar ne kadar eski bir anı olduğunu hatırlatır bana.

Beni arada arardı. Senede bir iki, bazen birkaç senede bir. Bazen hiç. Ne zaman ben arasam o öğretmen tavrından taviz vermez, yine genç öğrencisi yapardı beni. O beni aradığı zaman ise başka bir insan olurdu. Severdi beni, bilirdim. Uzaktan da olsa severdi. Onun için özel bir arkadaş olduğuma inanırdım.

Bir gün yine beni aradı. Gittim. Çok mutsuz ve üzgündü. Teselli ettim onu. Günlerce. Kulağıma fısıldadı, aşığım sana diye. Yok demiştim olamazsın. Sen bana aşık olamazsın. Ben hep öğrencin kalacağım senin. İnanmak istemiştim çok, ama inandırıcı gelmemişti... Bir akşam, birlikte olmamızı ister misin diye sordu. Öyle sarhoştu ki, ertesi gün hatırlamayacağını bilerek, sen bilirsin, senin kararın, ne karar verirsen ver yanındayım demiştim... O günlerde çok gülmüştüm, çok eğlenmiştim, hüzünlenmiştim, ona yıllar sonra yeniden aşık olmuştum. Onun ilk kez bana gerçekten aşık olduğunu hissetmiştim. Bir umut doğmuştu, belki bu kez birlikte olabiliriz gerçekten diye. Olmayacağını anladığımda günlerce ağlamış, kendime gelememiştim. Sözüme sadık kalamayarak küsmüştüm bu kez. Sevgilisi olmamı istemiyordu, çünkü beni kaybetmeyi istemiyordu.

Bir gün evlenme kararını bildirdiğinde, bir arkadaş grubumuzlaydık. Kalbime bir şey saplanmıştı. Herkesin içinde kırgınlığımı gizlemeyi başararak tebrik etmiştim onu. Eşiyle arkadaş oldum, onunla arkadaş olmayı öğrendim, evlerine gittim, dostlarıyla tanıştım. Ve böyle sürdü gitti. Bir kez daha düğününe gittim, tekrar evlendiğine şahit oldum. Hatta düğününde çocuk gibi parmak kaldırıp "Dördüm!" diye bağırarak kendimce komik bir espri yapmak istemiştim, tabi ki yapmadım. Artık büyümüştüm, aşık değildim ve kırgın da değildim.

Bana bir gün tuhaf bir anlama yeteneğin var senin dedi. Kendimi anlama ve dünyayı anlamamı kastetti sanırım. Belki de onu anlamamı... Güzel bir kadın olduğumu söylemesinden çok, en çok bunu söylemesi hoşuma gitmişti. Tuhaf bir anlama yeteneği... İşte bu demiştim, dünya üzerinde kimse onun beni anladığı kadar iyi anlayamaz, kimse cümlelerimi onun kadar iyi tamamlayamaz.

Ve herhalde yaşamım boyunca aynı şeye bakıp da aynı şeyi düşündüğüm bir insan olmamıştır ve belki de olmayacaktır. Derin bir suskunlukla izlediğimiz İstanbul Boğazının kıyısında, ikimiz de aynı anda içimizden, keşke yunuslar geçse diye geçirmiştik. Bu yüzden İstanbul Boğazından geçen yunuslar mutluluk verir bana.

Bir gün bana, ilk görüştüğümüz zamanlarda bir barda, ona sarılarak "seni hep bekleyeceğim" dediğimi hatırlattı. Ben unutmuştum... Onun tahtaya ismini yazarak tanıştığımızdan bu yana 13 sene geçti. Bekledim mi bekler miyim bilmiyorum... Ama merak ederim. Acaba Marquez'in Kolera Günlerinde Aşk kitabındaki gibi yarım yüzyıllık ırak aşktan sonra ilk kez bir gemi kamarasında biraraya gelen iki yaşlı genç gibi, kırk yıl sonra yeniden sevişir miyiz?



Bu yazdıklarım, olaylar ve kişiler gerçek olmayabilir, ama olabilir de... Olay örgüsü karışık da olabilir, sıralı da. Yorum yapma hakkınız bakidir ama sorgulama hakkınız yoktur. Okuduktan sonra beyninizden imha etmeniz tavsiye edilir.

Şikayetiniz nedir?

Tam tamına 10.25 idi randevum. İki hafta öncesinden randevu defterine kaydedilmiş onlarca ismin arasında sadece bir isimim. Ben de bu kayda sadık kalarak tam vaktinde gittim. Ama kayıt masasındaki kadın, doktor hanımın hastanede işi varmış, geç gelecekmiş dedi, işiniz yoksa bekleyin dedi, bugün mutlaka hastalarına bakacak dedi. Hasta? Evet sadece bir hastayım ben. Kayıtlı randevulu bir hasta. Peki dedim okulda işim var, sonra uğrarım.

Sonra gittim. Eskiden öğrenci olmak yetiyordu muayene olmak için. Şimdi sistem değişmiş, sigortalı mısın, ananın babanın sigortasından mı faydalanıyorsun mutlaka soruyorlar, mutlaka bir yere kayıtlı olmak gerekiyor. Benim ise hiçbir şeyim yok. Anamın sigortasından ayrılalı kaç yıl olmuş, işim yok sigortam yok. Güç bela derdimi anlattım, bir protokol numarası aldım. Protokol numarası? Evet bir numarayım şimdi. Bu numaraya göre sıramı bekliycem.

Tepesinde meşgul yazan ve kırmızı ışıklı tabelanın olduğu kapının önüne geldim. İçeride biri var, ışık kırmızı. Ne zaman yeşile döner ve giriniz der bilinmez. Sıra filan yok, gelen bekliyor. Herkes birbirine bakıyor, kim kimden sonraydı diye tedirgin tedirgin. Bir 45 dakika bekledikten sonra hiç yeşile dönmeye fırsatı bırakmadan bir sürü insan girdi çıktı ve sıra bana geldi.

Ve içeri girdim. Ve yine hayal kırıklığı: Aynı kadın. Peruklu, meymenet suratlı. Allahım dedim bunu hak edecek ne yaptım, neden bana bu işkenceyi çektiriyorsun. Dedim kendi kendime, yok bu sefer insan gibi davran derdini anlat, psikologa sevkini sağla ve sinirlenme.

Evet dedi şikayetiniz nedir?
Şikayet! Evet, şikayeti olan bir kişiyim şimdi. Bir şikayetim var ve buraya şikayetimi anlatmaya geldim!!
Başladım anlatmaya, yine kendime binlerce kez söz vermeme rağmen gözlerimden yaşlar süzüldü. Engel olmaya çalıştım, olamadım.
Dedi hiç kendinize zarar vermeyi düşündünüz mü? Aşırı alkol alarak, kendinizi kesmeye çalışarak gibi.
Kendimi kesmek?!!! Hayır dedim.
Hiç ölmeyi düşünüyor musunuz?
Hayır dedim. Hiç düşünmem öyle şeyler.
Böyle değişken duygularınız mı var hep?
Evet dedim, genelde öyle.
Dedi sizde bir adet depresyon var.
Allahım nur topu gibi bir depresyonum oldu. Miss gibi kokuyor, öpüp okşamak istiyorum! Depresyonda olduğumu anlamak için herhangi bir insanın doktor olmasına gerek yok bence, her şey ortada zaten.
Sordu ilaç kullanmayı düşünür müsünüz?
Yok dedim ilaç kullanmam. Ben derdimi çözmek istiyorum.
Dedi psikologlar size yardımcı olamaz ama.
Tüm bu kısır diyalogumuzu geçtim, işte burada dumura uğradım!??!!! Keşke dedim keşke anlatmasaydım. Çünkü herkese aynı soruları soruyor, ilaç yazıyor ve hiçbir yere varmıyor, öyle bir derdi de yok zaten.
Ne demek istiyorsunuz diye sordum.
Biz psikoanaliz yapmıyoruz, o kadar vaktimiz yok, davranışçı bir yaklaşım izliyoruz. Ne bok diyor anlamadım.
Siz en iyisi psikolog şuna gidin, ondan randevu alın diyerek sevkimi yaptı.

Şu psikolog, kapısı nerdeydi onun, ama orada başkasının ismi yazıyor gibi bir sürü gereksiz soruyla kadının git başımdan dercesine çok kısa anlık bir iç geçirdiğini gördükten sonra ağlak gözlüklerimi güneş gözlüğümün ardında gizleyerek olay mahallini aceleyle terk ettim.

7 Mayıs 2010 Cuma

Ah anam tuhaf anam

Toz beziyle yerleri siler, mutfak beziyle toz alır. Kavanoz vs. kapaklarını hiçbir zaman kapamayı beceremez, evdeki tüm kapaklar yarımdır. Ebru'ya Burcu, Fuat'a Tahsin, Hakan Şükür'e Şükrü deme potansiyeline sahiptir. Reçelleri ya çok sulu olur ya da kısa zamanda şekerlenir. Her zaman dağınıktır. Toplanma işlemi başladığında daha da fazla dağılır ve toparlanması bir hafta bazen bir ay sürer ve tekrar süreç başlar. En küçük kızı, arkadaşları ziyarete geldiğinde, size bir tabak hazırliyim dediğini ve masaya kesilmemiş domates ve salatalıklar getirdiğini, okulda sandviçinin içinden mayonez yerine kalıp kalıp tereyağı çıktığını gülmekten yarılarak anlatır. Bulaşık makinesiyle arası pek iyi değildir, elde yıkama konusunda da çok başarılı değildir. Pek estetik sahibi olmamıştır, kendine göre bir zevki illa ki vardır. Gençken kesinlikle çok güzel olmuştur, ilk çocuğunu doğurduğunda bile inceliğini korumuştur. Çocukları bir Anneler Gününde kendisine beyaz altın bilezik hediye ettiğinde onun altın olduğunu anlamamış, kuru kuru teşekkür etmiş, onun altın olduğu söylendiğinde de ay niye sarı altın almadınız diyerek heyecanlanmıştır. Evlatlığını çocuklarından çok sever görünür, ona sarıldığında ve oğlum dediğinde damat kuzen dahil evin tüm erkekleri kıskançlıktan deli olmuş, evlatlığın ayağı kaydırılmak üzere çalışmalar başlamıştır. Hiçbir zaman çay yapmayı beceremez, tüm çayları bulaşık suyu olarak da rahatlıkla kullanılabilir. Zeytinyağlı yemekleri güzeldir. Hadi sen de evlen artık, istemiyorsan boşanırsın diyerek büyük kızını büyük bir dumura uğratmıştır. Sadece birkaç haftadır tanıdığı sevgilisiyle Almanyaya göçme kararı alan küçük kızını güle oynaya mutluluktan uça uça göndermiş, aylar sonra evlenme kararlarını bildirdiklerinde ise ben zaten sizin evlenmeden aynı evde oturmanızı onaylamıyordum diyerek herkesi dumura uğratmıştır. Onun için üniversite eğitimi her şeyden ve her şeyden önemlidir, bunun pahasına hayatları mahvetmek makbuldür. Şehir dışına çıkarken bırak anasına babasına haber vermeyi çocuklarına bile haber vermez. Acaba nerededir diye düşünüldüğünde, kesin sınav için Ankaraya gitmiştir ve bunu söylemeye utandığını söyler. Hangi ülkeleri ziyaret ettiğini de söylemez, alır başını gider. Gençliğindeki inter rail benzeri macerasından sonra ilk kez 55 yaşında yurt dışına çıkmış, bir çalışma kampına gitmiş ve Türkiye'nin en yaşlı gönüllü kampçısı olma unvanını kazanmıştır. Hayatının yarısını İngilizceye adamış, ama ne yazık ki tam anlamıyla öğrenememiştir. Uluslararası bir kongrede sunum yaparken ingilizce sorulan soruları cevapsız bırakmıştır, büyük kızının en çok buna içi cız eder. Çocuklarının onun derslerine girmişliği pek yoktur ama hocalığı iyidir. Rüyalarında sürekli bir saldırı ile karşı karşıyadır, ya kendisine taş atılır ya camdan biri içeri giriyordur. Çocuklarının giysilerini giymeye, takılarını ve eşarplarını takmaya bayılır. Evin girişinde aceleden çıkarılmış ve kenara atılmış çoraplara bir süre sonra rahatlıkla alışılır. Gezmeye, tozmaya, sosyal hayata bayılır. En yoğun zamanlarında bile mutlaka bir yere gezmeye gidiyordur. Bilgisayarda dosya kaydetmek ne zor bir iştir, her seferinde "farklı kaydeder", aynı adla bir sürü dosya olur. Çok kısa zamanda hızlı yemek yapma ve sofra kurma potansiyeline sahiptir. En sevdiği şey televizyonun karşısında uyuklamaktır. Yüksek lisans tezini, ilk çocuğunun doğumunda hastanede teslim etmiştir. Yemez yedirir. Pek sevgi göstermez, uzaktan sever. Kızlarının erkek arkadaşlarının hiç ismi yoktur, hepsi "o çocuk"tur. Modemi fazla elektrik gitmesin diye kapatır, İnterneti kapattığının farkında bile değildir. Elleri çok güzeldir, belki de yaşlanmayan tek yeridir. Okulda çalışması yetmez, akşam eve gelince de yatıncaya kadar çalışır. Evde tek kişi de olsa çok kişi de olsa hep bir tencere yemek yapar, genelde yemekler kalır, biri bitmeden ötekini yapmaktan hiç vazgeçmemiştir. Yemek yemeyi çok sever. Hayalleri nedir bilinmez, hiç ifade etmemiştir. Eksikliği en çok yokluğunda hissedilir.

Anasına bak kızını al durumu bu ailede kesinlikle geçerli değildir.

6 Mayıs 2010 Perşembe

istiyorum...

Süprizler istiyorum. Böyle bir telefon gelsin ve hayatımdaki her şey bir anda değişsin istiyorum. Ya da bir mail alayım. Ya da eski biriyle karşılaşayım. Ya da bir gün uyanayım ve başka bir gün olsun o istiyorum. Başkalarının hayatını bile yaşamak isteyebiliyorum. Bu tuhaf psikolojim de bir an önce değişsin istiyorum.

Tatile ihtiyacım var sanırım. Kararımı bozup, yine yalnız başıma çıkayım. Kendimle olayım, kendime yeni keşifler yapayım. Sıkılırsam da sıkılayım ama bir an önce şu şehirden uzaklaşayım. Evet kaçayım ve döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi olmasın.

4 Mayıs 2010 Salı

Psi psi psi...

Sıkıntıdayım ya bir süredir, o yüzden içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Konsantrasyon bozukluğu, durup durup düşüncelere dalıp ağlamalar, kendime acımalar, neden yaptım böyleler vs. tam gaz depresif gidiyorum. Sıkıntıdan yanağımda koskocam bir uçuk çıktı. Birilerine anlatmalar, her kafadan bir sesin çıkması, psikolog olan arkadaşım, psikolog tez hocam ve psikolog kardeşim vs. derken yok bu böyle olmıycak dedim.

İki hafta önce tamam dedim bir psikologa gitme vakti geldi, ama gidip randevu almam iki hafta sürdü. Ve dün üninin sağlık merkezine gidip psikiyatristen randevu aldım. Öyle özel psikolog filan olmuyo, iş güç yok, bütçe yok. Ama burada hemen psikolog randevusu vermiyolar, önce bir psikiyatriste gidip muayene oluyorsunuz. Sonra sizi psikologa sevk ediyor.

Ben bu kadına daha önce de görünmüştüm, kafasında tuhaf bir peruk olan sevimsiz, "ee ne sorunun var bakim" diye konuşmaya giren dallamanın tekiydi. Hemen "sizinle konuşmak istemiyorum" diyip psikologa sevkimi sağlamıştım. Gittiğim psikolog kadın da dallamanın tekiydi. Bir iki gittim baktım, "hayat ne güzel, niye bunları dert ediyosun ki" gibi konuşmalar yaparak içimi baymıştı ki daha fazla gitmedim. Benim zaten hayatla ilgili bir derdim yok, yaşamayı çok seviyorum, kendimle barışığım vs. O zamanlar psikolog adayı kardeşim de, terapiyi reddettiğin için psikologunu beğenmiyorsun gibi bir çıkarımda bulunmuştu. Olabilir tabi.
İki haftadır ha gittim ha gidicem diye sürünmemin sebebi de, şimdi bu psikolog benim ne işime yarayacak, karar vermemi nasıl sağlıycak, derdime ne çare olacak vs. gibi, terapiyi reddeden annemin (psikolog anası anam) yaptığı gibi tehlikeli düşüncelere dalmamdı. Ama sonunda tek başıma omuzlarıma yüklediğim yükü taşıyamayacağıma karar verdim.

Şimdi malum önce psikiyatrist muayenesi, sonra psikolog randevusu filan aradan haftalar geçer, ama benim acilen rahatlamaya ihtiyacım var diye, kendimi çok sevdiğim bir dostumun kapısında buldum. Kendisinin düşünce biçimine, olayları tahliline çok güvenirim. Ve bir rahatladım bir rahatladım. Yani psikologla aylar sürecek olan kendini geçmişini vs. anlatma süreçlerini geçerek, beni çok iyi tanıyan birinin analizi beni çok rahatlattı. Şimdiye kadar hiç aklıma gelmeyen şeyleri hemen önüme koydu ve şırınga ile beynime enjekte etti.

Tabi ki vazgeçmiş değilim, profesyonel desteğe hazırım ama dost gibisi yok bea.