26 Nisan 2010 Pazartesi

Bodrum dönüşü

Gittim Bodrum'a gitmesine de hiç öyle güzel bir tatil olmadı. Sanırım uzun süredir hasta olduğum için (bu kafamdaki kanallar filan tıkalı olduğu için, ya ne denir işte nezle olursunuz tıkanır ya ondan işte) ve 8 aydır filan hiç dalış yapmadığım için bayağı sorun yaşadım.

Normalde ilk dalışa başlarken kulaklarımı, özellikle sol kulağımı zor açarım. Hatta sağ kulağımı valsalva manevrasıyla (burnu tıkayıp kulaklara hava göndererek), sol kulağımı da yutkunarak açarım. İlk beş dakika filan kulaklarımı açmakla geçer. Ama bu kez 10-15 dakika filan sürdü. Grupları sürekli beklettim. Hatta bir dalışta beni lider yaptılar, herkes beni bekledi kulaklarımı açayım diye. Lider olduğum dalışta dalış noktasını bulamadım. Grupta üç eğitmen var, onlara hizaya gir şunu yap bunu yap demeye tırstım (ki lider kimse dalıcılar eğitmen de olsa herkes ona uymak zorunda, ama liderlik yapamadım işte) :(( Böyle kötü dalışlar oldu. Bir şey göremedik. Sadece bir dalışta Küçük Reef diye bir yer var, sürüyle balık, baraküdalar, lahoslar, orfozlar, orası bir tek çok güzeldi. Su tahmin ettiğim gibi soğuk değildi. 19 derece filandı, iyiydi yani. Dışarısı da güneş olunca pek sorun çıkmadı, üşümedik. Pazar günü hava biraz bozdu. Bir de bir dalışta ilk kez bir kaza yaşadık, neyse ki sorunsuz atlattık ama gerçekten çok üzüldük.

Sonra başka başka keyifsiz şeyler de oldu da, şimdi beni tanıyanlar, burayı okuyanlar, benden haberdar olanlar var, o yüzden her ne kadar takma isim kullansam da her şeyi yazamıyorum. :((( Bu yüzden mutsuzum aslında. Sanırım yakında tamamen sahte bir isimle blog açıcam. Yok bu ben değilim, gerçek değilim. Yalnış kişiyi tanıyorsunuz, yanlış biliyorsunuz. Off ya sıkıntıdayım :(((

21 Nisan 2010 Çarşamba

Bodrum çağırıyor beni

Böyle bir gezesim gidesim dolaşasım var. Yok yetmedi bana İspanya, Lizbon, Almanya, Amsterdam. Daha doğrusu yetti Orta Avrupa da, şimdi bir Orta Doğu'ya gidesim var. Lübnan, İran, Suriye, hatta Fas... Ya da bir İtalya turu yapasım, güney kentlerinde dolanasım, oradan Hırvatistan'a geçesim var. Yalnız gezme defterini kapattığım için bunları yalnız yapmayasım var. Bir arkadaş, bir sevgili, kardeş...

Yaz da geliyor şimdi. Bir kıyı kasabasında ayaklarımı denize sarkıtıp yüzümü güneşe dönesim var. Akşam sahilde oturup bira içesim, ateş yakasım, yıldızları sayasım, sarhoş olasım var. Rüzgarda uçuşan eteğimle, açılasım saçılasım, sahilde sevişesim koklaşasım var. Sonra artık şu fotoğraf işini öğrenesim, anıları, yazları güzel karelere dökesim var. Bozburun'a, Datça'ya, Kaş'a gidesim var.

Aslında şikayet etmeye pek de hakkım yok. 23 Nisan dolayısıyla Bodrum'a gidiyoruz. Dalışa tabi ki. Üç gün keyif yapıcam. Ama tabi bu nereye kadar gider bilinmez. Hem çalışma, hem tatil yapmak iste. Ya şöyle gittiğin yerde yapacağım bir iş olsa mesela hiç fena olmaz hani. Kucağımda laptop sarkıtırım ayağımı denize, ne var yani. Çok mu şey istiyorum :(((

20 Nisan 2010 Salı

80im ben 80!!

Teyzemdeyken kaç zamandır çıkmadığım tartının üzerine çıkıp 80'e yaklaştığımı görünce dehşete düşmüş ve istanbula döndüğümde her gün sahilde koşuya ve yürüyüşe çıkmak üzere kendimi programlamıştım. Bu 80'e yakın rakam yalnız 76-77 filan değil. 79,6. Bildiğimiz 80!!

İlk kez hayatımda bu kiloya yaklaştım. Üniversitede ne güzel yediğim her şeyi ama her şeyi, öğlen yenen yarım ekmekler dahil eritiyordum, ve 60, 62 filandım. Üniversite üçüncü sınıfta THY'ye hostes olarak alındığımda, üniforma verecekleri odaya gittim. Orada tekrar bir ölçüm yaptılar ve biz sana pantalon veremeyiz, etekle idare etmek zorundasın dediler. Yoksa tam tersini mi demişlerdi hatırlamıyorum. İki kilo daha verirsen diğerini de alırsın dediler. İşte o dönem günde 2.5 -3 litre su içmeler - su zehirlenmesi diye birşeyden haberim yok tabi-, minicik yemeler filan gerçekten başarmış vermiştim. Hem pantalon hem eteğin içine miss gibi de girmiş, bir sene boyunca aman da ben hostesim diye salınmıştım.

Sonra iş hayatına başlayınca bu yemeler içmeler pek tabi arttı. Küçükken ve gençliğimde hiç tatlı, kek vs. ile aram olmazken, öğrenciyken bunlar lüks sınıfına giriyordu, para kazanmaya başlayınca ofiste beş çayları, bisküviler, kekler, bir baktım 70e dayanmışım. Artık sonra 75 olduğumda, iki sene önce spor salonuna yazıldım.

Spor salonunda da şöyle bir saçmalık var. Ölçüyorlar boyunu kilonu, heh sen 1.70sin, o zaman kilon da 60 olmalı. Ya abla yapma etme, 20 yaşımdayken 60 bile değilken, 30 umda nasıl olurum. Bir de böyle standart herkese verdikleri diyet yemek listesi veriyorlar. Akşam yemeği diye bir şey var mesala o listede ama o saatte spor da yapman gerekiyor. Spordan çıktığında akşam yemeği yersen saat 22 ye denk geliyor. Spora girmeden önce yemek yemek zaten akıl karı bir iş değil. Saçmalık ötesi yani.

Neyse ben bu spor salonunda beş kilo verip 70 e düştüm ve gayet de taş durumdaydım. Vücudumun her yeri toparlandı. Sonra üyelik bitti, para bitti, iş bitti, Almanya da 6 ay kaldım ve sonuç olarak şu anda 80e dayanmış bulunuyorum. Bir şey yediğim yok ama bu spor rutinini günde 2 saat olarak gerçekleştirmezsem vermemin imkanı yok.

Annem diyor ben de 85im, üç çocuk doğurdum. Üzülüyorum. Sevgilime market sepetine doldurduğu halleyleri geri koyduruyorum zorla. Ama sonra dondurmadan bi şey olmaz diye oturup dondurma yiyoruz. O bir oturuşta bir carte doru götürebiliyor. Bisikletimi koyacak yer bulamadığım için binemiyorum. -Almanyada sık bindiğim için yağların hepsi göbeğime toplanmış durumda bu arada.- Spor salonuna gidiyorum ayda yüz bilmem kaç lira diyor, daha cebimde kuruş yok. Birkaç kez sahilde yürüdüm ama hastayım iki haftadır bir daha gidemedim. Hafta sonu dalış var, dalış elbisemin içine girip giremeyeceğim bile şüpheli. Durum bundan ibaret. Çok üzgünüm, çok şikayetçiyim, ama yok yine de kıçımı kaldırmıyorum.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Tembel kedi

Nasıl bir tembellik var üzerimde. Bahar havasından mıdır, hastalıktan mıdır nedir bilemedim. Havalar geçen hafta feci ısınınca, ben de aman nolcak ki Almanya'da bile üşümedim burada mı üşüycem diyip soyundum. Ama bir üşündüm, grip oldum hemen ertesinde. Burun akıntısı, boğaz kaşıntısı, öksürük ve halsizlik... Hafta sonu film festivali filan yalan oldu tabi. Öylece yattım evde, kafamın içinde birileri şarkı söylüyordu hep.

Zaten tembeldim, iyice tembel oldum. Hiçbir şey yapasım gelmiyor. Tezimin yüzüne bakmıyorum. Hoca çağırırsa bir gidiyorum, revizeleri yapıyorum, sonra mail atıyorum. Mail atınca bitti gitti sanki o iş bitmiş gibi geliyor. Sanki sorumluluğu karşıdakine atıyorsun, ama alakası yok tabi. İş hayatından kalma kötü bir alışkanlık. Neyse ki süper bir hocam var. Ben de iyi bir öğrenci olmaya çalışıyorum. Bu tembelliğime rağmen iyi durumdayım sanırım. Daha bütün kış yan gelip yatıp tek satır yazmayanlar var. Benim en azından 40 sayfam cepte :D Zaten sürekli kendimi, bir haftada en az 20 kaynakçalı 10 sayfa yazı yazmışlığın var, demek ki bir ayda 40 sayfa yazabilirsin, iki ayda 80 sayfa olur diye avutuyorum. Hedefim Mayıs sonu bitirmek. Haziranda da rötuşları ve revizeleri yaparız. Bitti gitti işte.

Bu arada geldim geleli, ki canım hiç mi hiç çalışmak istemiyor, iş arıyorum. Hem piyasanın durumunu görmek hem de ne kadar tercih edileceğimi görmek için. İyi bir yer bulursam da çalışırım artık. Bir yerden aradılar, telefonda ön görüşme yaptık, çok cazipti pozisyon, biz sizi önümüzdeki hafta tekrar arıycaz dediler, aramadılar. Sonra dallama bir holdingten aradılar, IK müdürünün konuşmasından daha kurumsal iletişim, halkla ilişkiler ne demek bilmediğini anladım ve nazikçe reddettim. Aslında sonra pişman oldum, yani gitseydim görüşmeye, uçuk bir rakam felan isteseydim acaba nasıl tepki verirlerdi merak ediyorum. Taktik aynı zaten hep, hoşuna gitmeyen yerlere yüksek fiyat, iyi yerlere makul fiyat vermek. Artık böyle olur olmaz çalışabileceğim tüm pozisyonlara başvuruyorum, ses seda yok. Ki öyle tecrübesiz eleman filan da değilim. Anladım ki piyasa sakin, işsiz çok. Şimdi yaz da geliyor, haziranın başı itibarıyla izinler başlar, işe alımlar iyice durur. Şu tez olmasa iyice boş oturmaktan kafayı yerdim herhalde. Buna da şükür.

Yaz gelince de ver elini dalış, ohh misss :DD

8 Nisan 2010 Perşembe

Festival İzlenimleri 2

Festivalin ilk filmi, bir Bulgaristan, Almanya, Slovenya, Macaristan yapımı "Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda" diye bir filmdi. Yeni Rüya sinemasında oynuyordu. Hatta bilet kalmaz belki diye sabah erken çıkıp Göztepeden taa Taksimlere gidip bileti aldım ve 3 saat zaman olmasına rağmen eve geri döndüm ve yarım saat sonra tekrar çıkıp tekrar Taksime gittim. Bu gerizekalılığım sebebini buraya yazamıycam çünkü tam bir takıntılı gerzeğim. Bende kalsın :))

Yeni Rüya sinemasında daha önce de film izlemiştim sanırım. Fena değil sinema, da yer göstericileri bir sürü hem de bir sürü söyleniyor. Koltuğum tam koridorun üstündeydi ve ne dedilerse duydum. Konu tabi ki bahşişler. Festival izleyicisi koltuk numaralarını biliyor, geçiyor otuyor. Hem zaten hiçbir sinemada artık bahşiş filan verilmiyor, hatta yasak. Bu bahşişçi abilerin vermeyenlerin arkasından bir dolu saydırıyorlar. İnşallah yerinizi bulamazsınız, nedir bu işten çektiğim, bırakıcam bu işi, hep teşekkür hep teşekkür yeter ya, gibi bir sürü sessiz de değil bağıra çağıra söylenmelerine kulak misafiri oldum. Festival ruhuna hiç yakışmıyor bence. İsteyen verir istemeyen vermez kardeşim. Zaten öğrenci adam geliyor, 3.5 lira veriyor, niye versin senin gibi bir dallamaya 50 kuruş, 1 lira. Hoş ben her zaman veriyorum, o ayrı mesele.

Film gerçekten çok sıcak, çok güzel bir filmdi. Yol hikayelerini zaten çok severim. İçimde bir Güney Avrupa seyahati arzusu uyandırdı. Bir yerlerde rastlarsanız mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Sinirim ben sinir

Hayat beni içine çekmeye başladı. Yine stres, yine endişe, yine telaş, şehir yorgunluğu, bitkinlik. Bir şey de yaptığım yok yani. Ufak tefek işler. Ama 6 aylık bir dinlenme döneminden sonra şunu görüyorum ki, ne çok stresliyim ne çok üzüyorum ve kafama takıyorum her şeyi. Eskiden bu kadar farkında değildim sanırım, şimdi sinir stresim daha çok gözüme batıyor.

Bugün iki bankada memurların hepsine verdim veriştirdim mesela. Zaten genelde çok zor müşteriyimdir. Hele konu bankalar olunca hep söyleyecek, azarlıycak bir şey bulurum. İlki Ziraatte iban nosu almaya çalışırken oldu. Bekliyorum ki, bir sayfa çıktı vericek bana, öyle bir kağıda el yazısıyla yazıp verdi. Yani niye insan hatası riskini ortaya çıkarıyorsun ki, bas ver di mi. bu mudur dedim budur dedi. Bir dolu söylendim. Bi de bana ukala ukala sanki çok alakası varmış gibi, hangi bölüm öğrencisi olduğumu sordu. Bir şey diyceni zannedip iletişim dedim, he dedi o yüzden anlamıyorsun. İktisat da okudum ben, ne alakası var bununla şimdi dedim. Arkamı dönüp giderken elindeki kalemi fırlattığını duydum.

İkincisi de Akbanka gittim, şu adresi değiştireyim dedim, taşındık ya. İşbankasında da aynı işlemi yaptım ama benden ikametgah filan istemedi. Zaten ben söylemeden yeni adresi memur söyledi. Sistem nüfus müdürlüğü ile entegreymiş, direkt güncelleniyormuş. Şimdi bunu bir bankada yaparken niye diğerinde yapamıyorum. Akbank illa yapamıyorum diyor, ki almanyaya gitmeden önce gidip ikametgah vermiştim, üzerime düşen sorumluluğu yaptım yani, gerisini de onlar takip etsinler bana ne. İyi dedim o zaman aviva Bes dahil tüm hesaplarımı kapatıcam, bir müşteri kaybettiniz geçmiş olsun.

Ama gerçekten herkese kök söktürdüm. Kesin arkamdan konuşmuşlardır. İyi de, hiç bişeye yaramıyor bu kadar çok çemkirmek, kendi sinirlerimi bozmaktan başka.

Halbuki uzun dinlenmeden sonra döndüğümde ne mutluydum, kelebek gibiydim, anlayışlı, güleryüzlü. Şimdi herkese burnumdan soluyorum resmen. Yok, benim bu memlekette huzurlu olmama imkan yok gerçekten. Kesin sinirden erken ölücem.

6 Nisan 2010 Salı

Festival izlenimleri 1

Hayatımda o kadar atraksiyon yok tabi, öyle Almanyadaki gibi şeyler yazamıyorum. Ben de dedim kendi kendime illa atraksiyon mu yazman lazım, yaz işte içinden geldiği gibi. Ben de şu aralarki meşguliyetim olan istanbul film festivalinde neler yaptığımı yazmaya karar verdim.

Senelerdir iple çekiyorum, bir çalışmiycam zamana denk gelse de film festivalini şöyle günde birkaç filmle filan izlesem. Sabah seansları da 3.5 lira ya, ohh bir filmden çıkarım öbürüne girerim filan diye hayal kuruyordum. Ama işler umduğum gibi gitmedi. Bi kere çalışmadığım için param yok. Şu tez beni oyaladığı için ve hoca ne zaman uygunsa ancak gidebildiğim için zamanlamam uygun değil. Ben de dedim, müsait olduğun zamanlarda giderim, alırım biletimi, girer izlerim. Seneler sonra ilk kez bilet almak için bir hafta önce 3-4 saat beklenen kuyruğa girmedim.

Dün de vaktim varken, Kadıköy sinemasında bol ödüllü Akvaryum diye bir film vardı, heh dedim buna gidiyim. Öyle konusu çok ilgimi çekmese de bu kadar çok ödül aldığına göre vardır bi güzelliği dedim.

Yarım saat önce gittim sinemaya. Hiç beklemiyordum kuyruk olacağını, kuyruğa girdim. Beklemeye başladım. Önümde de bayağı insan var, ama dedim herhalde bulurum bir bilet. Sonra hemen arkama yaşlıca bir adam geldi, böyle 60 yaşlarında filan. Arkama da değil, yanımda durdu. Sonra işte acaba bilet bulabilir miyiz den sohbeti açtı, açış o açış. Başladı anlatmaya ben vaktim olduğunda geliyorum, ne çıkarsa bahtıma onu izliyorum vs. diye anlattı. Ben de dedim, ben de bu yıl öyle yapmaya karar verdim, hazır çalışmıyoken dedim. Sonra tabi yok öğrenci misiniz yok ne işle meşgulsünüz vs. diye sohbet uzadı. Ben işte almanyadan yeni geldim filan diyince, bu kez muhabbeti Avrupa birliği, hristiyanlık, müslümanlığa filan getirdik. Nitekim hoş sohbetti ama keşke kısa sürseydi. Sonra görevliler, daha bize sıra gelmeden hiç bilet kalmadığını bildirdiler. Bey dedi bir sonrakine alsak mı, ama film pek ilginç gelmedi. Sonra dedi altıdakine alalım o zaman, ben muhabbetin gidişatını hissettim artık, işim var o saatte dedim. Bu kez ne işin var diye sordu!??!! (Allahım niye hep böyleleri beni bulur) İşlerim var filan diye geçiştirdim, nezaketimi de bozmamaya çalışarak.

Sonra sinemadan çıkarkene yine beni sohbete tuttu. Bilmem ne şehit onbaşı heykelinden girdi, cia in ülkeyi nasıl yönettiğinden çıktı. Ben zaten öyle çok konuşan biri değilim. Bildiğim konularda bile uzun uzun konuşma kapasitem yoktur. O konuştukça ben sadece başımı salladım, dediklerinin büyük çoğunluğunu da duymadım, aklım nasıl kaçsam acabaya çalışmakla meşguldü. Sonra dedi ben tenis hocasıyım, gel sana tenis öğretiyim. (Aslında tenis öğrenmeyi hep istemişimdir, anneme çok ısrar etmiştim küçükken, tenis oynamaya götürüyorum diye basketbola götürmüştü. İki ay boyunca gittiğim basketbol kursunda sadece bir basket atabilmiştim. Öyle de kazmayım) Yok dedim şu aralar çalışmıyorum zaten, sportif faaliyetler için bütçem yok. Dedi senden para mı istedik. Eyvah diye içimden geçirdim gidişat kötü, hemen kaçmalıyım. Müsaade isteyip uzadım.

Ama tekrar karşılaşırız diye Kadıköy sinemasına gitmeye korkuyorum. Üç tane de biletim var şimdiden. Bir tane de Seda'nın arkadaşı Co'ya aldırmıştım. Etti 4! Bu ilk haftanın biletleri. Daha önümüzdeki hafta var. Ne bok yiycem ben onu düşünüyorum!

Ya niye bana böyleleri denk gelir. Niye sırada orda burada böyle Behlül tipli çocuklarla karşılaşmam da ya bir iranlı ya 60lık yaşlı amcalar düşer. Nedir benim kaderim yaa!! ühüh

4 Nisan 2010 Pazar

Zavallı ben :((

Ben Almanya'dan dönmeden önce erkek kardeşim ayarı vermişti zaten: "bir daha gelmeyin, istemiyoruz sizi, orada kalın, alman domuzları vs." diye kıskançlığından bir dolu saydırıyordu. Yok efendim odamızı kiraya verecekmiş. Yok efendim biz varken her üç haftada bir tüp alınıyormuş, biz yokken iki buçuk ayda bir almaya başlamışlar. Bu tüp yıkanmak için olan bu arada. Bizimkiler merkezi sistemli eve taşındıkları için, kombi sisteminden tekrar tüpe geçmek zorunda kaldık. Neyse bu tüp konusuna sonra gelicem zati.

Neyse ben geldim işte. Hadi bıraktım odamın toplanmasını, insan bir aman da kızım geliyor diye en azından bir yatak yorgan yapar di mi. Annem bunun yerine kıymalı börek ve zeytinyağlı dolma yapmış. (Buna da şükür) Ben öyle mis gibi yataklarda yatmayı hayal ederken de, bir süredir bizim evde yaşayan yeni "evlatlığımızın" yattığı yatağımla karşılaştım. Ki ben yatağım, yorganım, yastığım çarşafım paylaşmayı pek sevmem. Neyse ki çocuk iyi temiz bir çocuk, yoksa çıngar çıkmıştı.

İşte bu yeni evin anahtarı da lazım şimdi bana. Hem çok pahalı tutuyor hem de bir hafta sürüyor diye bir anahtarı yaptırmamışlar. Bu anahtar bildiğiniz anahtarlardan değil, özel kartı var, ancak o kart olduğu zaman çoğaltabiliyorsunuz. Ev sahibi de sadece iki anahtar vermiş, benim için anahtar bile istememişler. Düşünün yani o kadar istenmiyorum ki!!

İşte geleli iki hafta mı oldu artık üç hafta mı oldu, zaten alışmakta biraz zorlandım, bu kez bozuştuk. Ben bu geldiğimden beri gayet iyi bir kızım, tezden başka işim gücüm olmadığı için temizlik yapıyorum, yemek yapıyorum, bulaşık, çamaşır filan hallediyorum. Ama yok, ne yapsam ben bunlara yaranamıyorum. Dün de bu işte yıkanmak için olan tüp pat diye bitiverince, bu kez ta içerlerden söylenmeye başladılar. Duymamazlıktan geldim ama annem geldi söyledi, "sen her gün yıkanıyorsun tüp al!" Ben tabi başıma gelecekleri bildiğim için bu birkaç haftadır yıkanma mevzusunu kısa tutuyordum, birkaç banyoyu da sevgilimde yaptım zaten. Alırım almasına da param yok. Hibemin kalanı gelene kadar cebimdeki üç kuruşla idare etmeye çalışıyorum. Hatta olanı da, geçen lazım olmuştu, anneme vermiştim. Bu kez istedim, ama ben senin okul harcını yatırmıştım diyerek onu da iç etti.

Şimdi hem beş parasız sefilleri hem itilmişi oynuyorum. Yıkanmak da benim tarafımdan "yasaklandığına" göre ya buz gibi suyla ya sevgilimin evinde. İnadım da inattır ha. Ben hasta olup yataklara düşiyim de görsünler günlerini :(( Hoş sedoşum da yok, kimseler bakmaz bana. :((

1 Nisan 2010 Perşembe

Hoşgeldiniz!

Yeni bir başlangıç olsun bu diyorum...

Almanya maceram bir tuhaftı gerçekten. Şimdi bakınca geriye rüya gibi geliyor. Sanki rüyadan uyanmışım ve yine İstanbul'da kendi gerçeğimle yüz yüze gelmişim. Sanki orada hiç yaşamamışım, var olmamışım gibi. Öyle bir gerçek ki hem öyle bir rahat hem öyle bir ürkütücü. Tarif etmem, yazmam zor hislerimi. Bazen diyorum keşke hiç gitmeseydim. Bazen diyorum iyi ki gitmişim.

İnsanın gerçekten hayatının bir bölümünü dışarıda geçirmesi lazım. Kendine, kendi ülkesine dışarıdan bakması gerek. Her şey daha bir belirginleşiyor, anlam kazanıyor. İstanbul, Türkiye, bizim kültürümüz, alışkanlıklarımız, düşüncelerimiz öyle farklı ki Avrupadan! Benzeyelim de istemem doğrusu.

Ben İstanbul'dan başka bir yerde mutlu olamayacağımı gördüm. İşte bu şehirden yazıyorum şimdi...